Kudüs Tarihi

Osmanlı Kudüs’ünde Bir Arada Yaşama

Giriş: İslam’da İnanç ve İbadet Özgürlüğü

İslam dini, akıl ve irade sahibi olması hasebiyle insanlara dinlerini seçme hakkı tanımıştır. Bu yönüyle insanlar kendi iradeleri doğrultusunda istedikleri dine girebilmekte veya istedikleri inanca sahip olabilmektedirler. Kurʼân-ı Kerim’de bu hususla ilgili olarak birçok âyet yer almaktadır.

Bunlar arasında Bakara Sûresi’nde geçen “Dinde zorlama yoktur…” âyeti, herhangi bir kimseye dinini değiştirmesi yönünde baskı uygulanmasını kesin olarak yasaklamaktadır. Bu ilahi kanunla, sosyal bir varlık olarak insanların bir arada yaşama gereksinimi birlikte düşünüldüğünde İslam toplumunda Müslüman ve gayrimüslimlerin bir arada yaşamalarının kaçınılmaz olduğu anlaşılır. İslam toplumunda bir arada yaşama ilkeleri, 622’de Medine’ye hicretin akabinde kurulan ilk İslam devleti tarafından ortaya konulmuştur. Bu doğrultuda Hz. Peygamber’in, Medine’de görüştüğü Necran Hristiyanlarına bir emanname verdiği bilinmektedir. Yine İslam devletinin ilk anayasası olan Medine Anayasası; devlet başkanının görevleri, ülke savunması, adalet, inanç-ibadet hürriyeti, can ve mal güvenliği, Müslümanların birbirleriyle ve gayrimüslimlerle olan ilişkileri gibi birçok hususa temas etmektedir. Bunlar arasında konumuzla ilgili olarak gayrimüslimlere tanınan inanç ve ibadet haklarını içeren maddeler şunlardır: “Yahudilerden bize tabi olanlar zulme uğramaksızın ve onlara muarız olanlarla yardımlaşmaksızın, yardım ve müzaheretimize hak kazanacaklardır (Madde 16)”. “Benî Avf Yahudileri, müminlerle birlikte bir topluluk teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri de kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerek kendileri dâhildir (Madde 25a)”.

 İslam hâkimiyetindeki topraklarda yaşayan gayrimüslimlerin inanç ve ibadet özgürlüğünü ortaya koyan bu ilkelerin, ilk uygulayıcısı Hz. Peygamber olmuştur. Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettiğinde 10.000 civarındaki şehir nüfusunun yaklaşık olarak 1500’ünü Müslümanlar, 4500’ünü Evs ve Hazrec kabilesine mensup Araplar ve kalan 4000’ini ise Yahudiler oluşturmaktaydı. Her ne kadar azınlık gurubu oluştursa da Hz. Peygamber önderliğinde Müslümanlar, meydana getirdikleri ilk anayasa ile birlikte gayrimüslimlerin hiçe sayılarak toplum dışına itilmelerini değil, onları devletin birer vatandaşı görerek topluma adapte etmişlerdir. Gayrimüslimlere yönelik can ve mal güvenliği ile inanç ve ibadet özgürlüğü haklarının tanınması bedeli olarak ise kendilerinden sadece cizye vergisi talep edilmiştir.

1.Kudüs Gayrimüslimlerine Verilen İlk Ahitname

Hz. Ömer, 638 senesinde Kudüs’ü fethederek ilk defa İslam hâkimiyetine aldığında şehirde gerçekleştirdiği ilk uygulamalardan biri, burada yaşayan Hristiyanlara inanç ve ibadet özgürlüğü tanımak olmuştur. Kudüs’te Zeytin Dağı’nda bulunan Patrik Sophronios’a verdiği emannamede Hristiyan halkın inanç ve ibadet özgürlüğü ile ilgili maddeler yer almaktadır. Buna göre Kudüs’te yer alan Kamame Kilisesi, Hz. İsa’nın doğum yeri olan ve büyük kilisenin yer aldığı Beytüllahm ile diğer kutsal mekânlar, buraları ziyarete gelen Gürcü, Habeş, Kıpti, Süryani, Ermeni, Nasturi, Yakubi ve Marunî Hristiyanlarca zimmilik hükümlerine uydukları müddetçe ziyaret edilebilecek ve bu kimselere herhangi bir müdahalede bulunulmayacaktır. Ayrıca cizyeden de muaf tutulan bu kimselerin sadece Kamame’yi ziyarete geldiklerinde, burada bulunan patriğe üç gümüş dirhem ödeyecekleri bildirilmektedir.

Hz. Ömer’in Kudüs Hristiyanlarına yönelik emannamesi incelendiğinde iki hususa dikkat çekildiği anlaşılmaktadır. Bunlardan ilki Hristiyanlara inanç ve ibadet özgürlüğü tanınmasında Hz. Muhammed’in uygulamalarının esas alındığıdır. İkinci husus ise, gayrimüslimlere tanınan bu hakların daha sonra gelecek bütün Müslüman devlet adamlarınca devam ettirilmesine yönelik tavsiyelerdir. Geçmişteki dayanak noktası bildirilen bu hak ve imtiyazların geleceğe yönelik geçerliliği de vurgulanarak uygulama evrensel bir boyut kazanmaktadır. Bu doğrultuda Hz. Ömer’den sonra Kudüs’ü idare eden Eyyubi Sultanı Selahaddin Eyyubi, Mısır sultanları Tahir es-Seyfî ve Eşref es-Seyfî  Osmanlı sultanları Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, IV. Murad, İbrahim, IV. Mehmed, II. Süleyman, III. Osman, III. Mustafa8 ve II. Mahmud9 gibi Müslüman devlet adamlarının her birine ait emannamelerde bürokrasideki bu ortak dili görmek mümkündür. Adeta birbirine kenetlenmiş bir zincirin halkaları gibi teselsül eden bu uygulamanın asırlar boyu sürdürülmüş olması İslam devlet geleneğinin bir tezahürüdür.

2. Osmanlı Devleti ve Kudüs Gayrimüslimleri

Yavuz Sultan Selim, Kudüs’ü ilhakının ardından bu mukaddes şehre gelerek Aksa Camii, Kubbetüssahra, Halilurrahman başta olmak üzere birçok kutsal mekânı ziyaret etmiş, bunun yanı sıra Müslüman âlimlere ve fukaraya bolca ihsanda bulunmuştu. Ayrıca Yavuz Sultan Selim, Kudüs’e yaptığı bu ziyaretin ardından Ermeni Patriği Serkiz ve Rum Patriği Attalya’nın talebi üzerine iki ferman hazırlatmıştır. Bu iki fermanı Hz. Ömer’in emannamesinden ayran tek yön, iki milletin Kudüs’te kutsal saydıkları mekânların birtakım farklılıklar göstermesinden dolayı bunların her iki fermanda ayrı ayrı zikredilmesidir. Hz. Ömer’in emannamesindeki Hristiyanların inanç ve ibadet özgürlüğüne dair tanınan hak ve imtiyazların geçmişte bir dayanağı olduğu ve geleceği de kapsadığı hususları, Yavuz Sultan Selim’in bu iki fermanında da yer almaktadır. Ermeni ve Rumlara verilen fermanların geçmişteki dayanak noktasını belirten ifadeler şu şekildedir:

Ermenilere verilen fermanda:

“Hazret-i Ömer radıyallahu teâlâ anh hazretlerinden olan ahidnâme-i hümâyûn ve merhûm Melik Selâhaddin zamânından berü verilen evâmir-i şerîfeleri mûcibince zabt u tasarrufarında olan…” Rumlara verilen fermanda: “Hazret-i Ömer radıyallahu teâlâ anh hazretlerinden olan ahidnâme-i hümâyûn ve selâtîn-i mâziyyeden olan evâmir-i şerîfeleri mûcibince zabt u tasarruf eylemek…”

Verilen bu hakların gelecekte de aynen tanınmasına yönelik ifadeler ise küçük bazı farklarla her iki fermanda da şöyle ifade edilmektedir:

“ol-bâbda evlâd-ı emcâdımdan veyâhud vüzerâ-yı izâmımdan ve sulehâ-yı kirâmdan ve kadılardan ve beğlerbeği ve sancakbeği ve mîr-i mîrân voyvodaları ve beytülmâl ve kassâm adamları ve subaşıları ve züʽamâ ve erbâb-ı timâr ve mübâşirîn-i aʽmâl ve iş erleri ve mutasarrıfîn-i emvâl ve sâʼir kapım kullarımdan ve gayrıdan muhassalen vazîʽ ve refîʽ ve sagîr ve kebîrden hiç ferd-i efrâd-ı âferîdeden kâniyen min-kân bi-vechin mine’l-vücûh ve sebeben mine’l-esbâb dahl u taʽarruz kılmayup tebdîl ve tagyîr eylemeyeler.”

Yavuz Sultan Selim’in bu iki fermanında yalnızca Kudüs Hristiyanlarının muhatap alınması, Hz. Ömer dönemindeki emanname esas alındığından bu dönemde Kudüs’te gayrimüslim olarak sadece Hristiyanların yaşamasından kaynaklanmaktadır. Ancak zikri geçen fermanlar, yalnızca Hristiyanları muhatap alsa da inanç ve ibadet özgürlüğü hususundaki genel hükümler Osmanlı Kudüs’ünde diğer gayrimüslim bir toplum olan Yahudileri de kapsamaktadır. Kudüs şehrini adeta yeni baştan imar eden Kanuni Sultan Süleyman’ın Yafa Kapısı üzerinde yer alan kitabesi bu hususu teyit etmektedir. Kitabede Lâ ilâhe illallâh İbrahim Halîlullah yazılıdır. Hâlbuki Kanuni Yafa Kapısına, bu kutsal şehrin Müslümanlara ait olduğunu gösteren Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah kelime-i tevhidini pekâlâ nakş edebilirdi. Ancak burada Osmanlı Sultanı, Kudüs’te yaşayan gayrimüslimleri incitmemek için her üç semavi dinin ortak peygamberi olan Hz. İbrahim’in ismini yazdırmayı tercih etmiştir. Böylelikle hem tevhid inancına vurgu yapılmış hem de Müslümanların yanı sıra Kudüs’te yaşayan gayrimüslimlerin toplum içindeki varlıklarına değer verildiği gösterilmiştir.

Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerce Kudüs’ün kutsal sayılması, Osmanlı döneminde Kudüs yerel halkının bu dine mensup kişilerden oluşmasına zemin hazırlamıştır. Şehrin surlarla çevrili eski yerleşim bölgesindeki mahalleler nüfus yoğunluklarına göre Müslüman Mahallesi, Hristiyan Mahallesi ve Yahudi Mahallesi olarak isimlendirilmiştir. Ancak bu isimlendirme Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin birbirlerinden tecrit edilmiş şekilde yaşadıkları anlamına gelmemektedir. Kadim şehirde yerleşim planları her ne kadar birbirinden ayrılmış olsa bile sosyal ve ekonomik hayatta bu üç etnik gurup birbirleriyle temas halindeydiler. Kudüs civarındaki köylerde ise yerleşimdeki etnik ayrımın şehir merkezindeki kadar keskin olmadığını, özellikle Müslüman ve Hristiyanların aynı köylerde yaşadığını ifade etmek gerekir. Nitekim Kudüs Kadı Sicillerinde yer alan birçok hüküm, Kudüs civarındaki köylerde bu üç dine mensup kişilerin bir arada yaşadığını ortaya koymaktadır.

Osmanlı yönetiminde Kudüs’te yapılan ilk tahrirde Kudüs merkez sancağı, onu Müslüman olmak üzere on iki mahalleden oluşmaktaydı. Bunun haricinde Müslüman Megâribe cemaati ile gayrimüslim Süryani ve Yahudi cemaatlerinin yaşadıkları alanlarda da bulunmaktaydı.

Kudüs’te Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin bir arada yaşamasının yanı sıra dünyanın dört bir tarafından bu üç dine mensup kimselerin Kudüs’ü ziyaret ettikleri beraber düşünüldüğünde Osmanlı Devletinin bu özel durumundan dolayı Kudüs’teki Müslümanlara ve gayrimüslimlere yönelik birtakım faaliyetlerde bulunması kaçınılmaz olmuştur. Haremeyn bölgesi Osmanlı yönetimine geçtiğinde nasıl ki Osmanlı padişahları “hâdimü’l-Haremeyni’ş-şerîfeyn” sıfatıyla bu kutsal beldelerde bulunan Müslümanlara özel bir ilgi göstermişse Kudüs de “sâlis-i Haremeyni’ş-şerîfeyn” yani Müslümanların üçüncü kutsal beldesi olması hasebiyle bu ilgiden payına düşeni almıştır. Osmanlı Devleti’nin Kudüs Müslümanlarının sosyal ve ekonomik hayatlarını düzenlemeye yönelik iki faaliyet alanı öne çıkmaktadır ki, bunlar vakıfar ve surredir. Bu doğrultuda vakıf eserlerden Mescid-i Aksa’da yer alan Kıble Mescidi ile Sahratullah-ı Müşerrefe başta olmak üzere surlarla çevrili şehir içerisinde yer alan birçok yapı Osmanlı döneminde tamir edilmiştir. Osmanlı hâkimiyeti öncesinden beri şehirde var olan vakıfarın hukukları Osmanlı döneminde aynıyla devam ettirilmiş ve bunlara birçok yeni vakıfar eklenmiştir. Böylelikle Müslümanlara dinî, sosyal, iktisadi ve eğitim gibi alanlarda sunulan hizmetlerle onların mürefeh bir yaşam sürmeleri amaçlanmıştır. Bunun yanında Mekke ve Medine halkı için her sene hac kaflesiyle birlikte İstanbul’dan gönderilen surreden Kudüs’e de pay ayrılmıştır. Kudüs’te özellikle seyyid, âlim, fukara ve mücavirinin faydalandığı surre, Osmanlı Devletinin Kudüs Müslümanlarına verdiği önemi gözler önüne sermektedir. Öyle ki Devlet, Haremeyn ile birlikte Kudüs Müslümanlarına da surreden pay ayırmakla onları sahiplendiğini ortaya koymakla birlikte kentteki meşruiyetini de Kudüs halkına hissettirmektedir. Osmanlı Devletinin inanç ve ibadet özgürlüğü kapsamında Kudüs gayrimüslimlerine yönelik uyguladığı siyasete bakılacak olursa, bu hususta nüfus olarak Müslümanlardan sonra ikinci sırada yer almaları hasebiyle Hristiyanların daha fazla muhatap alındığı görülür. Kudüs, Hristiyanlar için bir hac mekânı olmakla birlikte bu hac mekânının merkezi Doğu Roma İmparatoru Büyük Konstantin’in annesi Helana tarafından miladi dördüncü asırda inşa edilen Holy Sepulchre/ Kutsal Kabir Kilisesidir. Osmanlı arşiv belgelerinde daha çok Kamame ya da Kıyamet Kilisesi olarak geçen bu kilise ile birlikte Beytüllahim köyünde Hz. İsa’nın doğduğu mağara ve Meryem ana makberi bütün Hristiyanlar tarafından kutsal sayılmaktadır. Kudüs’teki bu kutsal mekânlar üzerinden farklı Hristiyan cemaatleri arasında asırlar boyu süren anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Bu anlaşmazlıkların Osmanlı dönemindeki çözüm mercii ise Divan-ı Hümayun olmuştur. Bu doğrultuda Hristiyan cemaatlerden biri, kutsal mekânlarla ilgili Kudüs mahkemesine gelip bir hak iddiasında bulunduğunda, Kudüs kadısının davayı Divan-ı Hümayuna iletmesi gerekmekteydi. Davacı cemaatin elinde, iddialarını temellendiren hüccetler bulunsa bile bu belgelerin hepsinin Divan-ı Hümayuna gönderilmesi zaruriydi. Böylelikle Divan-ı Hümayun, bu hüccetleri Hz. Ömer zamanında verilip Yavuz Sultan Selim döneminde yenilenen ahitnameler ile karşılaştıracak ve buradan elde edilen bilgiler doğrultusunda bir karara varabilecekti. Bu minvalde 1689 senesinde Divan-ı Hümayun, Kudüs’teki Rum Patrikliği tarafından yerel mahkemeye ibraz edilen hüccetleri Dersaadet’e göndermeyen yerel idareci ve kadıları sert bir üslupla uyarmıştır.

1697 senesine ait bir hükümde ise Rumlar, eskiden beri Kamame Kilisesi’nde tasarrufarında olan yerlerinin Ermeniler tarafından işgal edildiğinden şikâyet etmişlerdir. Rumların iddialarına göre; tamahkâr olduğunu düşündükleri bazı kadılar, Ermenilerden rüşvet alarak sahte hüccet düzenlemişler ve böylelikle kendilerine ait ibadet mahallerini Ermenilere vermişlerdi. Davalı söz konusu kimse Kudüs kadısı da olsa Divan-ı Hümayun bu iddiaları dikkate almış ve sahte olduğu iddia edilen hüccetlerin Dersaadete gönderilmesini ve böylelikle davanın Divan-ı Hümayun tarafından görüleceğini kendilerine bildirmiştir.

Rum ve Ermeniler arasında Kudüs’teki kutsal mekânlar üzerinden yaşanan anlaşmazlık Sultan III. Selim zamanında öyle karmaşık hale gelmiştir ki bu meselenin halli için Devlet, Kudüs’e mübaşir tayin etmek zorunda kalmıştır. Büyük gayretler sarf ederek Eylül 1803 tarihli fermanın ısdar edilmesini sağlayan Ermeniler, böylelikle kendilerine ait olduğunu sürekli iddia ettikleri imtiyazlara kavuşmuşlardır. Bu fermanda; Rumların eskiden beri dindaşları ve yamakları olan Habeş, Kıpti ve Süryani milletlerine tahsis edilen Meryem Ana Mezarında bulunan kandillerini kaldırmaları, ellerindeki anahtarlarını Ermenilere teslim etmeleri ve dahası ortak yapılan ayinlerden men edilmeleri kararı yer almaktadır.

 Ermenilerin elde ettikleri imtiyazlar sonucu kilise ve diğer ziyaretgâhların organizasyonundan oldukça olumsuz etkilenen ve neredeyse bütün hakları ellerinden alınan Rumlar, durumu tekrar eski haline çevirmek için önemli girişimlerde bulunmuşlardır. Rumların buna dair yaptıkları en önemli iş, kendilerine ait hakları gösteren ellerindeki fermanları İstanbul’a hatırlatmak olmuştur. Mübaşir vasıtasıyla yürütülen tahkikat neticesinde Rumlar haklı görülmüş ve aradan iki ay bile geçmemişken ısdar edilen yeni fermanla Rum ve Ermeni milletlerinin Kudüs’teki kilise ve diğer ziyaret mahallerindeki hakları açık olarak ortaya koyulmuştur. Buna göre Rumlar; Kamame Kilisesi içerisinde bulunan hacerü’l-mugtesil, eski iki şamdan, kandiller, Rum patrikliğine tabi dört kemer, Sitti Meryem üzerinde yedi adet kemer, Kamame Kilisesi’nin ortası, türbe mahalli, bütün ziyaret mekânları, avlusu ve avludaki üç kilise, Kamame karşısında patriğin ikamet ettiği Elene Kilisesi, Mar Sekala ve Sitti Nay, Mar Eftimyus, Mar Mikail, Mar Yorgi, Mar Yuhanna, Mar Vasıl, Mar Nikola, Mar Dimitri, Sitti Meryem, diğer Mar Yuhanna, Gürcü Manastırı, Mar Yakub, Mar Yorgi, Mar Seyum, diğer Mar Yorgi, Mar Simon, Mar İlyas, Mar Sava, Beyt Cala’da Mar Yorgi manastırları, Kudüs dışındaki Meryem Ana Makberesi, Hz. İsa’nın zindanı Hanan’ın evi ve sahrada olan makbereleri, Hz. İsa’nın doğduğu Beytüllahim mağara ve kilisesi, kilisenin kuzey ve kıble tarafarında olan iki kapının anahtarı, kilisenin etrafında olan iki bahçe, zeytinlik, makberelikler ve diğer köylerde olan kilise ve manastırlar üzerinde hak sahibi olmuşlardır.

Kısaca ifade etmek gerekirse; Kudüs’te Rum ve Ermeniler başta olmak üzere Hristiyan cemaatler arasında vuku bulan anlaşmazlıklar, Osmanlı merkez yönetimi tarafından çözüme kavuşturulmuştur. Divan-ı Hümayun tarafından bizzat yönetilen kutsal mekânların organizasyonu meselesinde Kudüs’teki Hristiyan cemaatlerine Yavuz Sultan Selim’den itibaren yaklaşık yüz elli ferman ısdar edilmiştir. Bu sayı, Kudüs’te Hristiyanlar arasında yaşanan anlaşmazlığın ne kadar büyük olduğunu göstermeye yeterlidir. Hristiyan cemaatler arasında yaşanan ve asırlar boyu devam edegelen böyle büyük bir anlaşmazlık karşısında Osmanlı Devleti bu cemaatleri kendi hallerinde bırakmayarak her daim sorunlarına çözümler üretmeye çalışmış ve böylelikle daha büyük kargaşaların yaşanmasına engel olmuştur. Osmanlı Devleti tarafından inanç ve ibadet özgürlüğü kapsamında Kudüs gayrimüslimlerine tanınan haklardan biri de kutsal mekânlarının tamir edilmesine yöneliktir. Bu mekânların tamiri hususunda merkez yönetimin dikkat çeken iki siyaseti bulunmaktadır. Bunlardan ilki durumu fırsata çevirmeye çalışan Kudüs yerel yöneticilerinin engellenmesidir. Çünkü münferit olaylar göstermektedir ki Kudüs yerel yöneticilerinden bazı tamahkâr kimseler gayrimüslim tebaayı bir kazanç kapısı olarak görmekteydi. Zaman zaman Kudüs’te istenmeyen olayların yaşanmasına neden olan bu durumun üstesinden ancak gayrimüslim tebaanın Divan-ı Hümayuna yaptığı şikâyetlerle gelinebilmekteydi. 1581 yılında Kudüs’ü ziyarete gelen Yahudiler, Kudüs yerel yöneticilerinin kendilerine hakaret ettiklerinden ve zorla paralarını aldıklarından şikâyet edince Divan-ı Hümayun bu gibi davranışların derhal sonlandırılmasını ve emre muhalefet edenlerin İstanbul’a bildirilmesini Kudüs sancakbeyi ve kadısına emretmiştir.

Kudüs gayrimüslimlerinin kendilerinden haksız yere para talep edildiğine dair şikâyetler incelendiğinde ise daha çok kutsal mekânlarını tamir etmek istediklerinde bu haksız taleplerle karşılaştıkları anlaşılmaktadır. Kendi kazançlarıyla yetinmeyen tamahkâr yerel yöneticiler, çeşitli sebeplerle gayrimüslimlerden para istemekte ve vermedikleri takdirde mabetlerinde keşif yapacaklarını söyleyerek onları tehdit etmekteydi. Tamir faaliyetlerine yönelik uygulanan ikinci siyaset ise Hristiyanların tamir adı altında ibadet yerlerini genişletme çabalarının engellenmesidir. Zira Osmanlı Devleti, Kudüs Hristiyanlarına mevcut ibadetgâhlarını tamir izni vererek bu mimari eserlerin zamanla harap olmasından dolayı mağdur olmamalarını amaçlıyordu. Bunun dışında yeni bir mabet inşa etmek ya da var olanı genişletmeye çalışmak yasaktı. Bu yönüyle yerel yöneticilerle iş birliği yapıp türlü hilelerle mevcut mabetlerini genişletmek isteyen Hristiyanların bu girişimleri her defasında merkezden gönderilen emirlerle kontrol altına alınmıştır.

Kudüs’te diğer gayrimüslim tebaa olan Yahudilerin mabet tamiri meselelerine bakıldığında ise Hristiyanlara nazaran daha karışık bir durumla karşılaşılmaktadır. Yavuz Sultan Selim Kudüs’ü ilhak ettiğinde şehirde Yahudilerin bir mabedi bulunmazken en kutsal saydıkları Ağlama Duvarı da Kanuni Sultan Süleyman yeniden inşa etmişti. Ancak Yahudilere ait bir mabedin bulunmaması ve Müslümanların yönetimi altındaki bölgelerde gayrimüslim tebaanın yeni mabetler inşa etmesinin yasak olması Kudüs Yahudileri için büyük bir sorun haline gelmişti. Bu sorun, ilk etapta dindar Yahudilerin evlerini ya da satın aldıkları mekânları ibadet amaçlı dindaşlarına açmalarıyla giderilmeye çalışıldı. Osmanlı Devleti, dinî bir zümrenin özellikle cemaatle yapılacak ibadetlerde mabetlere ihtiyaç duymasının tabii olmasından hareketle bu mekânların varlığına kamusal bir krize sebebiyet vermedikleri sürece göz yumdu. Yahudilere ait mabetler bu şekilde ortaya çıktıktan sonra bunların tamiri meselesinde de tıpkı Hristiyanlar için uygulanan iki siyaset takip edildi. Tamir için Kudüs mahkemesine başvuran Yahudiler, Kudüs yerel yöneticileri tarafından keşif yapmakla tehdit edildiğinde Divan-ı Hümayuna başvurmuşlar ve çıkan kararlar neticesinde mabetleri için hukuki bir koruma elde etmişlerdir.

Dinî inançlarına göre kutsal saydıkları günleri Kudüs’te geçirmek isteyen Hristiyanlar, Osmanlı döneminde dünyanın dört bir tarafından Kudüs’e akın etmekteydi. Hristiyanların Kudüs ziyaretleri ise yılın her mevsiminde aynı değildi. Özellikle 25 Aralıkta kutlanan Noel ile Nisan ayı içerisinde kutlanan Paskalya yortusu arasındaki zaman diliminde ziyaretçi sayısının oldukça arttığını ifade etmek gerekir. Hristiyanların Nisan ayındaki Paskalya kutlamalarına, aynı ayda Müslümanların Nebi Musa şenlikleri ile Yahudilerin Hamursuz Bayramı etkinlikleri eklendiğinde, Nisan ayında Kudüs nüfusunun en üst seviyeye ulaştığı anlaşılır. Osmanlı Devleti bu kutlama mevsimlerine özel yürüttüğü faaliyetlerle gayrimüslimlerin ayinlerini sorunsuz bir şekilde gerçekleştirmelerine imkân sağlamıştır.

Bu tedbirler doğrultusunda gerek Hristiyanların Müslümanlarla gerekse kendi aralarında münakaşa ve boykot türünden meydana gelebilecek olayları engellemek için kutlamalar öncesinde Kudüs’te var olan askerlere civar mahallerden takviye yapılmıştır. Genellikle Nablus Sancağı’ndan gönderilen takviye askerlerin miktarı, Kudüs’e gelmesi beklenen ziyaretçilerin yoğunluğuna göre 100 ilâ 300 arasında değişiklik göstermektedir.

 Kudüs yerel idarecilerinin girişimleriyle şehirde bu gibi güvenlik tedbirleri alınırken merkezî yönetim de Avrupa başta olmak üzere Kudüs’e doğru yola çıkan Hristiyanların şehre ulaşmaları için gerekli kolaylıkları sağlamıştır. Gürcistan Beylerinden Aleksandır’ın Kamame Kilisesini ziyaret maksadıyla Gürcistan’dan Kudüs’e gitmek isteyen Hristiyanlara engel olunmamasıyla ilgili 1579 tarihli talebi, bu minvalde Divan-ı Hümayunda görüşülmüştür. Divan’da alınan kararda, Şirvan fethinden yani Safevilere karşı verilen Koyungeçidi savaşında düşmanların etkisiz hale getirilip Şirvan’da hâkimiyetin henüz yeni tesis edildiğinden bahisle bölgedeki sıcak gelişmelere vurgu yapılmıştır. Ancak yine de Gürcü Beyi Aleksandır’ın mühürlü temessükü ellerinde olmak şartıyla Kudüs’e gitmek isteyen Hristiyan Gürcülere engel olunmaması Erzurum Beylerbeyi ile Kudüs Sancakbeyi’ne bildirilmiştir.

1631 senesinde İstanbul’dan Kudüs’e gitmek isteyen Yahudi David’in kendisine ve yanında bulunan eşyasına dokunulmamasıyla ilgili emirde, Kudüs istikametinde yer alan kadılar, beyler ve mütesellimler muhatap alınmıştır. Yine aynı yıl içerisinde İstanbul’dan Kudüs’e gitmek isteyen Fransa Kralının sır kâtipleri için de gidiş ve dönüşleri sırasında kendilerine kimsenin müdahale etmemesi hususu tekrarlanmıştır. Kudüs’te kutlamalar esnasında artan Hristiyan nüfusunun barınma, gıda ve sağlık ihtiyaçlarının giderilmesi için de gerekli önlemler alınmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Kudüs Rum Patriği, Kudüs’e ziyaret maksadıyla gelen Rumların barınmasına yönelik Osmanlı Devletinin kendilerine geçici bir mekân tahsis etmesi talebinde bulunmuştur. Devlet, patriğin talebi doğrultusunda gayrimüslimlerin barınma sorununu çözmek gayesiyle Kudüs’teki kışlada Rumların bir ay konaklamalarına izin vermiştir. Özellikle ziyaret mevsimlerinde kalabalık gurupların bir araya gelerek ayin yapmaları birçok bulaşıcı hastalığa sebep olabileceği düşüncesiyle şehirdeki sağlık ve temizlik personeli sayıları da artırılmıştır. Bunun yanında normal şartlarda şehir halkına yeterli olan gıda miktarı, kutlama mevsimi geldiğinde yetersiz kalmaktaydı. Bu sebeple kutlama mevsimlerinde şehirdeki gıda stokunun artırılması da gerekli görülmüştür. 1852 senesi Paskalya kutlamalarında Kudüs Mutasarrıfı Hafız Ahmed Paşa’nın aldığı tedbir, bu konuya verilebilecek örneklerdendir. Bu senenin Paskalya mevsimi aynı zamanda Müslümanların Nebi Musa şenliğine tesadüf ettiğinden bu durum şehirdeki gıda ihtiyacını her zamankinden daha fazla artırmıştır. Hafız Ahmed Paşa, bu sene için şehirde bol miktarda azık ve yiyecek bulundurarak kutlamaların sorunsuz olarak tamamlanmasını sağlamıştır. Bu sayede Kudüs’ün ileri gelen Müslümanlarının yanı sıra Rum Patriği ile Ermeni Patriği, Hafız Ahmed Paşa’nın faaliyetlerinden memnuniyet duyduklarını mektup yoluyla Sultan Abdülmecid’e bildirmişlerdir. Osmanlı Devletinin Kudüs gayrimüslimlerine inanç ve ibadet hakkı tanıdığıyla ilgili buraya kadar ortaya koyduğumuz esaslara önemli bir hususu eklemeyi faydalı görüyoruz. Osmanlı Devleti, her ne kadar gayrimüslimlere ibadet özgürlüğü tanısa da bu özgürlük zimmilerin istedikleri gibi hareket edecekleri anlamına gelmemektedir. Zimmilerin ibadet özgürlüğü İslam dini tarafından belirlenen esaslara göre ortaya koyulduğundan şeriata aykırı hal ve davranış sergilendiğinde bunların engellemesi de zaruri olmuştur. Bu doğrultuda gayrimüslimlerin ayinlerini gerçekleştirdiği esnada diğer din mensuplarının inançlarını haffe alan, onlarla alay eden ya da kutsal mekânlarına zarar veren davranışlar gözlemlendiğinde bu duruma derhal müdahale edilmiştir. 1565 yılında Dersaadete gönderilen bir arzuhal, gerek kutsal mekânlara yapılan saygısızlıklar gerekse bunları yapanlara karşı alınan tedbirleri göstermesi bakımından önem arz etmektedir. Molla Siyami tarafından kaleme alınan arzuhalde Kudüs’te olup biten şu hususlara dikkat çekilmektedir:

i) Ziyaret maksadıyla Mescid-i Aksa’ya gelen bazı kadınların tuvalet ihtiyaçlarını avluda giderdikleri ve bu pisliklerin özellikle Bayram ve Cuma namazları ile diğer vakitlerde temizlenmesinde temizlik görevlilerinin yetersiz kalmaktadır.

ii) Hz. Meryem Mezarı, Kadem-i İsa ve diğer mübarek mekânlarda gayrimüslim kadınların bir araya gelip şeriata uygun olmayan tavırlar sergilemektedirler. Mesela, Kudüs’te olan Araplardan biri vefat ettiğinde cenazelerinin olduğunu etrafa ilan etmek için muganniler eşliğinde mahalleleri gezmekte ve kabrin yanı başında yüzlerine karalar sürüp değişik sesler çıkartarak deveran etmektedirler.

iii) Kapıcıların görevlerini yapmaması sebebiyle civarda oturanlar tarafından yollara yemek artıkları atılmaktadır.

iv) Sahratullah etrafında ikamet eden bazı Hintliler geceleri tuvalet ihtiyaçlarını burada etrafta gidermektedirler.

v) Pazara eşleriyle birlikte yoğurt ve süt götüren çiftçiler, yol üzeri olduğu bahanesiyle Harem-i Şerif içinden geçmektedirler. Molla Siyami’nin şeriata aykırı davranışlar sergileyen bu kimseleri Divan-ı Hümayuna şikâyet etmesi üzerine Kudüs Kadısını muhatap alan emirde Mescid-i Aksa, Sahratullah-ı Müşerrefe ve diğer mübarek yerlerde şeriata uygun olmayan davranışlarda bulunan kadın ve erkek kim olursa olsun derhal engellenmesi emredilmiş ve bu emrin sicil defterine kaydedilerek bundan sonra gelecek Kudüs kadısı olacakların da emre uyması belirtilmiştir.

1578 senesinde Kudüs’te bulunan Üzeyir Peygamberin mezarında Hristiyanların şarap içtiğine dair Divan-ı Hümayuna gelen arzuhal üzerine Kudüs Sancakbeyi ve Kadısına duruma derhal engel olmaları hakkında emir gönderilmiştir. Emirde bundan sonra Hristiyan, Yahudi veya başka bir kimsenin böyle bir davranışta bulunmasına izin verilmemesi belirtilmiştir. 1695 senesine ait bir diğer hükümde ise Kudüs’ün dışında yer alan Musallebe Manastırı’nın eskiden mescit olduğunu iddia eden Müslümanlara cevap verilmektedir. Buna göre; Müslümanlar bu mekânın eskiden mescit olduğunu daha önceden de iddia etmişler ve bunun üzerine burada yapılan keşif sonucunda iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkarılmıştı. Yapılan bu keşfe atıf yapılarak Müslümanların bu konuda bir daha Hristiyanları rahatsız etmemeleri emredilmiştir. Bu konuyla ilgili olarak vereceğimiz son örnekte ise Kudüs Rumlarının Yahudileri tahrik eden hareketler sergiledikleri kendi patrikleri tarafından Dersaadete bildirilmektedir. Kudüs Rum Patriği 14 Nisan 1854 tarihli arzuhalinde kendi milletlerinden olan bazı cahil takımının Paskalya kutlamaları öncesinde Yahudi kıyafetleri giyerek sokaklarda bir çeşit oyun oynadıklarını, bu durumun ise Hristiyan ve Yahudi milletleri arasındaki ilişkileri zarar uğratacağından bu kişilerin engellenmesini talep etmiştir.

Sonuç olarak; Osmanlı yönetimindeki Kudüs’te yaşayan gayrimüslimlere İslam dininin öğretileri doğrultusunda can ve mal güvenliği ile inanç ve ibadet özgürlüğü hakları tanınmıştır. İlk olarak Kudüs’ü ilhak eden Yavuz Sultan Selim bu kapsamda Hristiyanlara iki emanname vermiştir. Ancak bu emannamelerde yer alan hususlar Kudüs’te yaşayan diğer gayrimüslim tebaa olan Yahudileri de kapsamaktadır. Hristiyan ve Yahudilere mabetlerinin organizasyonu ve tamirinde gösterilen kolaylıklar ve ayinlerini rahatlıkla gerçekleştirmeleri için tanınan imkânlar bunu ispatlar niteliktedir. Bu doğrultuda halife sıfatıyla Müslümanları koruma altına alarak vakıf ve surre gibi onlara imtiyaz tanıyan Osmanlı padişahları, gayrimüslimlere yönelik zikrettiğimiz bu siyasetleriyle onların da toplumun bir parçası olduklarını her zaman kendilerine hissettirmişlerdir. Konuyla ilgili II. Mahmud’a atfedilen “Ben tebaamın Müslümanını camide, Hristiyanını kilisede, Musevisini de havrada fark ederim, aralarında başka gûnâ bir fark yoktur. Cümlesi hakkındaki mahabbet ve adaletim kavidir ve hepsi hakiki evladımdır.” sözünün vücut bulduğu yerin Kudüs olduğunu rahatlıkla ifade etmek mümkündür.

Kaynak
İlim Yayma Vakfı

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu