Kudüs Edebiyatı

Klasik ve Modern Türk/İslam Edebiyatında Kudüs

Adının geçtiği en eski belgeler M.Ö. XIX ve XVIII. Yüzyıllara kadar iner. “Kuds”, “bereket, mübarek olmak” anlamında, ona Müslümanların verdiği isimdir. Kur’ân-ı Kerim’de Kudüs ismi geçmez. İsra Sûresi’nde geçen “el-Mescidü’l-Aksa” (17/1) ile Kudüs, özellikle de içinde Kubbetü’s-sahra’nın da bulunduğu “Harem-i şerif”; ”el-arzü’lmukaddes”le (el-Maide 5/21) ise, genel olarak Kudüs’ün de içinde bulunduğu Filistin toprakları kastedilmiştir.

Klasik Şiir ve Metinlerde Kudüs

Manisalı Birrî Mehmed Dede, Divan’ında yer alan bin na’tında, İsra Sûresi’nin ilk ayetine bir gönderme yaparak bu ayette geçen “sübhâne’l-lezî esrâ” ifadesindeki sırrın bütün gönülleri kendinden geçireceğini belirtir:

Sırr-ı sübhâne’l-lezî esrâ şeb-i mi’râcun

Remzidür ser-mest ider bu sır ser-â-ser dilleri

Kudüs’ü Müslümanlar için kutsal, mübarek kılan özellikler, geçmiş peygamberlerin yurdu ve mezarlarına mekan olması yanında, özellikle ilk kıble olması ve Hz. Peygamber’in Miraç mucizesinde tuttuğu yerdir. Klasik edebiyatımızda bu anlamlar etrafında kullanılan “Kudüs” mazmunu, daha çok kaside, gazel formunda ortaya konulmuş şiirlerde ve bazı mensur eserlerde karşımıza çıkmaktadır. Hayalî Bey, bir gazelinde;

Mekanun Mekke’dir kıblem evün Kuds

Yüzün Rûm eli zülfün mülk-i Efrenc

derken sevgilinin evini, aşığın yönünü sürekli döndüğü bir yer olması dolayısıyla Kudüs olarak düşünmüştür.4 Yine Kanuni Sultan Süleyman (Muhibbî),

Kaşundur Mescid-i Aksâ, yüzündür Ka’be-i ulyâ

Aceb mi zülfün olursa anun her dem siyeh-pûşı

diyerek, âşığın mihrabı (kıblesi) olan sevgilinin kaşını Mescid-i Aksa (Kudüs) mazmunuyla verir. Böylece Kudüs’ün ilk kıble oluşuna bir gönderme yapar.

Miraç mucizesi etrafında oluşan edebiyat da bir hayli zengindir: “Mi‘rac Türkçe eserlerde çokça işlenmiştir. Müstakil olanların dışında siyer ve mevlidlerle mu‘cizât-ı nebî gibi eserlerin, Muhammediyye ve Garibnâme gibi kitapların birer bölümü de mi‘raca ayrılmıştır. Ayrıca divanlarla din dışı mesnevilerde bu konuda şiirlere yer verilmesi bir gelenek halini almış, zamanla kasidelerin mi‘râciyye, mesnevilerin ise mi‘racnâme adıyla anıldığı zengin bir edebî tür oluşmuştur.”

Miraç mucizesine dahil, Kudüs’le ilgili bazı olay ve unsurlar da klasik şiirimizde yerini almıştır. Bunlardan biri, Hz. Peygamberin Kudüs’te diğer peygamberlere imam oluşu, onlara namaz kıldırışıdır. Zati şöyle söyler:

Cümlesine muktedâ oldun o dem kim enbiyâ

Kudsde isrâ şebinde ta namaza tutdı sâf

Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethi sırasında (638) sefere katılanlar arasında bulunan Bilâl-i Habeşî’den ezan okumasını istemesi ve Bilal’in Mescid-i Aksâ’da ezan okuması da şairlerce anılan durumlardan biridir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, ona çok bağlılığı bulunan Bilâl’in bir daha ezan okumaması, bu kararını Kudüs’te Hz. Ömer’in talebi üzerine bozması, Mescid-i Aksa’da okunan bu ezanı özellikli hale getirmiştir. Fuzuli, bir beytinde Bilal’in Kudüs’te okuduğu ezanı mazmun olarak kullanmıştır:

Halka i’lâm etmeğe din-i Muhammed tâatın

Eyledin ol mescid-i Aksâ’ya ta’yin-i Bilâl

Bu tür mazmun kullanımları yanında, Kudüs ve çevresi, manzum ve mensur eserlerde, orayı gören şair ve ediplerce konu edilmiştir. Bu kişilerin Kudüs’e seyahat sebeplerinden biri, şehrin eskiden beri hac menzilleri arasında bulunmasıdır. Aslında Kudüs, tüm hac seferlerinde menziller arasında değildir. Bazı hac yolcuları ise Kudüs’e de uğrayıp burayı ziyaret ettikten sonra yollarına devam etmişlerdir: “Şam ve Kudüs arasında 9 menzil yer alır. Şam kervanı Kudüs’e gitmez ve bu menzillere uğramaz. Fakat Ahmed Fakih, Nâbî ve Evliya Çelebi gibi bu yolu izleyip ‘Mescid-i Aksa’yı ziyaret eden hacılar vardır.”

Bu dokuz menzilden sekizincisi Kudüs, dokuzuncusu Halilülrahman’dır. Seyyahlar Kudüs’e varmadan şehre üç saat mesafedeki “Bi’r” ve “Çeşmeli” adlı köylerde konaklayabilmektedir. “Kudüs, etrafı bahçelerle çevrili büyük bir şehirdir. Şehrin altı kapısı, beş hamamı ve pazarı vardır. Hacıların ziyaret amacıyla geldiği ‘Aksâ Camii’ en önemli yerdir. Şehrin dışında ‘Selva nehri’, peygamberlerin mezarları gibi ziyaret edilecek yerler bulunur”. Dokuzuncu menzil olan Halilürrahman’da hacılar özellikle Hz. İbrahim’in mezarını ziyaret ederler: “Kudüs’e iki saat uzaklıkta, Hz. İsa’nın yakıldığı düşünülen bir kilise olan ‘Beytullah’ köyü vardır. Dışında Kanuni tarafından yaptırılan sarnıç ve I. Ahmed tarafından yaptırılan bir kale vardır. Halilürrahman’da bir hamam, Hz. İbrahim ve eşi, Hz. İshak ve eşi, Hz. Yusuf’un gömülü olduğu bir cami bulunur. Caminin altındaki bir mağarada Hz. İshak’ın mezarının bulunduğuna inanılmaktadır.”

Adı geçen seyahat kitaplarından en eskisi Ahmed Fakih’in Kitâbu Evsâf-ı Mesâcidi’ş-Şerîfe Fezâyil-i Mekke ve’l-Medine ve’l-Kuds adlı eseridir. Eser, Hasibe Mazıoğlu tarafından başına konulan bir incelemeyle beraber yayımlanmıştır. XIII. Yüzyıla ait olan bu eser, bir mesnevidir. Tamamı 390 beyittir. Mekke ve Medine’nin de anlatıldığı eserin 189-303. beyitler arası Kudüs ve çevresinin anlatımına ayrılmıştır. Ayrıca 340-390 arasında ise Kudüs’ün medhi yapılmıştır.

‘Acâyib yir imiş Kuds-i mübarek

Yaratmış anı sun’ından Tebârek

diye başlayan şair, ilerleyen beyitlerde, diğer hacıların ayrılıp yollarına devam etmesine rağmen, kendisinin Kudüs’te iki ay kaldığını belirtir. Kubbetü’s-sahra’yı anlattığı beyitlerde Ahmed Fakih, birçok ayrıntıyı tek tek sayar döker. İşte bir iki örnek:

Sekiz katdur o kubbenin bucağı

Anun karşısındadur Tur dağı

Degme bir pencerede envâ’-ı cam

Pencereler kamusu kırkdur tamam

O kubbe içi mermer taşı mermer

Bakınca heybet alur kişi derler

Yaşıl kızıl direkler mermer eblak

Bunun ortasıdır Sahre daşı çak

235. beyitten itibaren Halilürrahman’ın anlatımına geçilir:

Gelün Halilullaha varalum türbesine yüz sürelüm

Canımuz kurban virelüm şeylillah yâ Halilullah

Şair, Halilullah makamını sandukası üstündeki örtüye, başuncudaki iki şamdana, yakındaki İshak, Yakup, Yusuf Peygmberin mezarlarına kadar ayrıntılı olarak anlatır.

Evliya Çelebi’nin Kudüs’ü ziyareti ile ilgili sayfalar Seyahatname’sinin 9. cildinde bulunmaktadır. Çelebi, Hac coğrafyasının bir parçası olan Kudüs’ün Tufan’dan önce ve Tufan’dan sonra Ademoğullarının kıblesi olduğunu belirterek başlar. “Ba’dehu Hazret-i Risâlet-penâh Mekke’den Medine-i münevvere’ye emr-i Hak ile hicret-i şerîferi elli bir yaşında ve 9 mâh iken vâki olmuştur. Ve 10 sene Medine-i Münevvere’de sâkin olup ikinci senede Cenâb-ı Bârî’den Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla sûre-i Bakara’da “Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” âyeti nâzil olup kıble Kudüs’ten Mekke’ye tahvil olundu.” Seyahatname’de Kudüs’le ilgili dikkat çekici bir bölüm de Yavuz Sultan Selim’in Hicri 922’de (1516) Kudüs’ü ziyaretinin anlatıldığı kısımdır. Kendini karşılamaya çıkan “ulemâ ve süleha” tarafından şehrin anahtarları Yavuz Sultan selim’e teslim edilir. Böylece şehrin fethin müyesser olur.. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, Evliya’nın kaydına göre; “Elhamdülillah, kıble-i evvel sahibi oldum” der.

1712’de tamamlanan Nabi’nin Tuhfetül’harameyn’i manzum ve mensur karışık yazılmış bir eserdir. Nabi Kudüs’te üç gün konaklamasına rağmen şehirle ilgili anlatımlara ayrılan sayfalar uzundur.

XVII. Yüzyılda Hıfzî’nin yazdığı Mir’atü’l-Kuds (Kudüs’ün Aynası) adlı mensur eserde Kudüs’e ait bilgiler verilmekte, müellif bunu yaparken hadis ve bazı hikâyelerden de yararlanmaktadır. Hıfzî’nin Kudüs’e gitme sebebi diğerlerinden biraz farklıdır. O eğitim amaçlı olarak bu şehre gelmiştir:

“… Bilgil ki iş bu fakir ü hakîr Hıfzî-i pür-taksir bin elli bir senesi tarihinde [M. 1641] Kuds-i Muharremde mücavir olup niçe kubûr-ı enbiya vü evliyayı ziyaret eyleyüp ve niçe ulûm-i dünyeviyyeyi ve ‘ulûm-i uhreviyyeyi ceme ü tahsil idüp…”

Hıfzî, altmış altı varak, on iki bölüm ve yirmi altı fasıldan oluşan eserinde Kudüs’teki mekanların tasvirlerinden çok onların dinî anlamları üzerinde durmuştur. Kudüs dışında Şam, Mısır, Cudi Dağı, Fırat Nehri, Antakya, Edirne, Konstantiniyye gibi yer adları da geçen eserdeki en uzun bölüm baştaki miraç bölümüdür. Eserde Kudüs’le ilgili tarihî süreçler bir bir anlatıldıktan sonra şehrin bütün yönleriyle yüceltildiği görülür. Ayrıca Hıfzî, Kudüs hakkında Arapça çok sayıda eser olmasına rağmen Türkçe bir eser olmadığı için bu kitabı yazdığını belirtmiştir.

1622 yılı sonlarında geldiği Kudüs’te bir yıl süreyle Kudüs Kadılığı yapan Allame Şeyhî’nin “Seyyid” ve “Şeyhî” mahlaslarını kullandığı şiirlerinin toplandığı yazma divanında, Kudüs temalı bir kaside ve iki gazel bulunmaktadır. Bunlardan birinde, Kudüs’e yağan bir karda, üzerleri beyaz bir örtüyle örtülen ağaçlar, ihrama girmiş hacılara, Kudüs-i şerif ise hacıların bulunduğu “Harem-i Ka’be”ye benzetilir:

Harem-i Ka’beye döndü harem-i Kuds-ı şerîf

Bürünüp hâcı-sıfat her şecer anda ihrâm

Yirminci Yüzyılın Başında Bazı Hatıra Kitaplarında Kudüs

Buraya kadar Kudüs’ü mazmun olarak kullanan şairler, Hac yolculuğu esnasında Kudüs’e yolu düşenlerin yazdıklarıyla oraya ilim öğrenmeye giden ve kadı olarak bulunan bir idarecinin yazdığı eserler üzerinde durmuş olduk. XIX. Yüzyılın sonu ve XX. Yüzyılın başında Kudüs’te idarece ve memur olarak bulunanların yazdıkları hatıra kitapları da edebiyat kapsamına dahildir. Osmanlı Devleti’nin çözülüş ve yıkılış süreci içinde olduğunu düşünürsek, bizim için, bu döneme ait hatıralar ayrı bir anlam kazanacaktır.. Bunların içinde o bölgede asker olarak bulunan Falih Rıfkı’nın Zeytindağı adlı eseri ilk akla gelen kitaplar arasındadır.

Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem, II. Meşrutiyet’in (1908) hemen öncesinde birkaç yıl Kudüs’te yöneticilik yapmıştır. Ali Ekrem’in kendi hatıraları arasında Kudüs yılları yer almaz. Ancak kızı Selma Ekrem 1930’ların başında, Amerika’da yazıp İngilizce olarak yayımladığı hatıralarında ailesinin Kudüs yıllarına önemli bir yer ayırmıştır. Selma Ekrem, Kudüs’te bulunduğu yıllarda beş altı yaşlarında bir çocuktur. Öyle anlaşılıyor ki, o yılları yazarken babasından da yardım almıştır.  1913 yılında gazeteci olarak Kudüs’e bir seyahat yapan, orada 3 ay kadar kalıp izlenim ve değerlendirmelerini mektuplar halinde, yayımlayan Yusuf Akçura’nın bu yazıları da sonradan kitaplaştırılmıştır. Yine 1913 yılında Suriye ve Filistin’e bir seyahati olan Hüseyin Vassaf’ın bu seyahata ait hatıralarında Kudüs’le ilgili bir bölüm de bulunmaktadır.

Her eser üzerinde ayrı ayrı duralım.

Peçeye İsyan Selma Ekrem, Türkçe’ye Peçeye İsyan adıyla çevrilen hatıralarında, mutasarrıf olarak atanan babasıyla beraber ailecek gittikleri Kudüs’e ayrı bir bölüm ayırır. İstanbul’dan Yafa’ya deniz yoluyla ulaştıktan sonra Yafa’dan Kudüs’e dar hatlı küçük bir trenle giderler. İstasyonda yeni Mutasarrıfı karşılamaya çıkmış bir kalabalık vardır: “Birkaç saat sonra tren Kudüs’e girdi. Akşam’ın yarı aydınlığıyla yıkanan koyu mor tepelerin umutsuzca sarmaladığı evlerle dolu bir kent. Perona büyük bir kalabalık birikmişti. Düzgün bir sıra halında askerler, bütün ağırbaşlı halleriyle memurlar, üniformaları içindeki yabancı misyon temsilcileri ve bir rahip heyeti perona dizilmişti. Bu rahipler mor elbiseleri ve ipekleri içinde saygın adamlardı. Epeyi uzakta bir kalabalık birbirini dürtekleyerek bizi seyretmekteydi. (…) Arabalara binip taş bir yapı olana hükümet konağına gittik.”

İlk günlerin yorgunluğu ve yabancılığıyla İstanbul hayatına alışkın olan Ali Ekrem’in eşi, İstanbul’dan sonra Kudüs’te karamsarlığa kapılır. Baba ise başta Hristiyan cemaatler arasındaki nefret ve kıskançlık olmak üzere birçok problemleri olan bu şehirde uzlaştırıcı rolünü yerine getirirken bir hayli meşguldür. Hatıralarda şehirle ilgili ilk belirlemeler, Kudüs’ün, üç büyük dinin üzerinde hak iddia ettiği şehir olması yanında bir pislik ve toz kenti olmasıdır. Kudüs’te, her biri kendi dinî varlığını öne çıkarmak, şehirde daha fazla üstünlük sağlamak isteyen Hristiyan kilislerine mensup cemaatler vardır. Bu cemaatlerden biri de Rus Ortadokslarıdır. Selma Ekrem’in ailesi, önünde bir saat kulesiyle güzel bahçeleri de bulunan ve Moskofya denilen bu cemaate ait büyük binaya yakın bir yerde oturmaktadır: “Kudüs Rusları burada yaşıyor ve Rus hacıları da gruplar halinde buraya geliyorlardı. Sabahtan akşama kadar onların gelişlerini görebiliyordum. Şafak vakti şarkı söylediklerini duyuyorduk. Erkekler ve kadınlar birlikte dokunaklı güzel Rus ilahileri söylüyorlardı.”  

İlk problem bu Rus hacılardan biri tarafından çıkarılır. Gecenin geç vakitlerinde Beytüllahim’e girmiş ve bir vecd halinde kendini Hz. İsa’nın doğduğu kabul edilen yere, zemine çakılmış olan altın yıldızın üzerine atmıştır. Uzun süre üzerine kapandığı yerden kalkmaz. Kalktıktan sonra da kalabalığa karışıp gider. Güvenlikten sorumlu Osmanlı askerleri adamın durumunda kuşkulanıp yıldıza yaklaştıklarında bir parçasının çıkarılıp alındığını görürler. Bu, Kudüs’te, Hristiyan cemaatler arasında bir savaş çıkmasına, kan dökülmesine ve ölümlere sebebiyet verebilecek bir olaydır. Mutasarrıf Bey (Ali Ekrem) önce Rus konsolosuna gider. Tüm Kudüs’te o hacı aranır. Sonunda bulunup getirilir. Fakat aforoz tehdidine rağmen suçlamaları inkar eder. Sonunda Rus Konsolosunun tehdit ve korkutmalarıyla cesareti kırılır ve aldığı parçayı geri vermek zorunda kalır.

Kitapta buna benzer başka olaylar da anlatılır. Kitapta, Selma Ekrem’in bir paskalya gecesi, törenleri görmek için Hristiyan kalabalıklar içindeyken duyup etkilendiği ezan sesini anlattığı satırlar da dikkat çekicidir: “Derken bu taşkın sesler arasında önce belli belirsiz, başka bir dünyadan geliyormuşçasına gür bir ses yükseldi. ‘Allahuekber, Allahuekber.’ Bu ses beni dibe çeken bir girdaba benzeyen çılgınlıktan çekip çıkardı. Kafamı kaldırdım ve küçük bir camiin gökyüzüne özlemle uzanan ince minaresini gördüm. İşlemeli şerefesinde, ellerini başına koymuş, inananları ibadete çağıran koyu giysili müezzini gördüm. Artık sesi gökyüzüne daha da güçle yükseliyordu. ‘Allahuekber, Allahuekber.’”

Mektuplarla Suriye-Filistin-Kudüs Seyahati ve Siyonizm Meselesi

Yusuf Akçura, Orenburg’da çıkmakta olan Vakit gazetesi adına, 1913 yılı Mart-Temmuz ayları içinde gerçekleştirdiği Filistin seyahati izlenimlerini, bu gazetede, mektuplar halinde, Tatarca olarak, Nisan-17 Ekim 1913 tarihleri arasında yayımlamıştır. Akçura, bu yazıları, dinî inanç ve duyarlıkları yanında Kazanlı ve İstanbullu kimliğini, orada bir gazeteci olarak bulunduğunu unutmadan, düşünce ve bilim adamı dikkati ve titizliğini de kullanarak, yazmıştır.

Yazar, yola çıktığı geminin bir Fransız kumpanyasına ait olmasından başlayarak okuyucunun gözünü açmaya çalışır. Fransızların Suriye’de yüz yıldan beri Türkiye’nin varisi olmaya hazırlandığına, her onbeş günde bir, bir Fransız gemisinin İstanbul’dan Beyrut’a seferi bulunmasına dikkatimizi çeker. Rus, Avusturya ve İngiltere de bu bölgeye vapur işletmektedir. Buna karşılık bir Türk vapuru ise ancak iki-üç ayda bir sefer gerçekleştiribilmektedir. O da Balkan Savaşı öncesine kadar! Artık o imkan da ortadan kalkmıştır. Yani “bu çok önemli vilayetleri payitahta bağlayan, İstanbul postasını ve dolayısıyla hükümetin emirlerini bu vilayetlere götürenler yabancılardır.”  

Yusuf Akçura da, Selma Ekrem gibi, Yafa’ya göre altı-yedi yüz metra daha yüksekte bulunan Kudüs’e trenle ulaşır: “Tren, bu dağların eteğinde, vadilerin yamacından büyük bir yılan gibi kıvrılarak habire çıkmakta idi. Bazan bir dağın başında, kızılımtırak kül renkli taş yığıntıları daha fazla girintili çıkıntılı görünmekteydi; ki burası bir köy olmalıydı… Bazan bir başkasının başında, yine aynı taş yığıntıları arasında beyaz bir kubbe parlayarak görünmekteydi; bu da eski peygamberlerden birinin; Şem’ûn, Elyasa, Zülkif.. aleyhimü’s-selamların kabri oluyordu… Dağlık alana girdiğimizden beri yolda çok az insanla karşılaşıyoruz; ağaç falan da yok… Hayat, sönmüş yanık taşa kesilip bitmiş dersiniz…”  

Kudüs kalesinin içi için “tam bir şark şehri” belirlemesini yapıyor yazar. Dar, kalabalık, pis ve çıplaktır cadde. “Öylesine kalabalık, öylesine kalabalık ki birilerine çarpmadan yürümenin imkanı yok. Yarı açık yüzünü mavi boya ile süsleyip burnuna hızma takan Bedevi kadını, eşek, un çuvalı, geniş cübbeli molla, deve, uzun büyük bir tepsiye küçük yuvarlak sarı ekmekler dizip başında taşıyan Arap çocuğu… tamamı bir yere toplanıp, birbirlerini itip kakarak, bağırıp çağırarak o darlık ve pislikte akıp duruyorlardı.”  

Yazar “Otel dö Frans”a yerleşir. Otelin çevresi kendi memleketi gibidir. Çünkü burası Rus caddesidir. Otelin kapısından çıkar çıkmaz kendini sanki gemiden Kazan’ın büyük rıhtımına çıkmış gibi hisseder. Koca, kararmış fıçılarda hıyar turşusu, üzerinde Rus harferi bulunan kutularda kurutulmuş balık, Rusyaya has kara ekmek satan dükkanlar vardır. Bu caddede Rusça’dan başka dil işitilmemekte, Rus parasından başka para görülmemektedir.

Akçura, oradaki kutsal mekanları bir bir ziyaret eder. Hacer-i Muallak’ı ziyaretten sonra başını Kubbetü’s-sahra’nın tavanı, duvarları, kemerleri, sütunlarına çevirir. Bundan daha mükemmel bir mabet görmediği sonucuna varır. Atina’daki Partenon, İstanbul’daki Ayasofya gelir aklına, “Partenon’un sade asaleti, Ayasofya’nın muazzam haşmeti, Kubbetü’s-sahra’nın gizemli güzelliğinin yanında gölgede kalır.” Mescid-i Aksa ile ilgili de şu tespitleri yapar: “Mescid-i Aksa, Kubbetü’s-sahra’nın iki-üç kat büyüklüğünde, dikdörtgen şeklinde (müstatilî) ve içi sadece bir camidir. Kalın, kısa ve ağır sütunlar, bu dikdörtgen yapıyı, kıble doğrultusunda üçe ayırmaktadır. (…) Kubbetü’s-sahra’yı tutmasa da canlı, güzel, sevimli ve ruhanî. Pencerelere çeşitli vitraylar konulmak suretiyle, beyaz camların soğuk parıltısı haffetilmiş; duvarların üstüne ve kemerlerin arasına koyu yeşil ve altın mozayikler işlenip loş bir aydınlık verdirilmiş… Tam Sahratullah’ın üstündeki gibi derin ve gizimli bir kubbe, bu mukaddes mekanın üstünü örtmektedir. Minberi Miladî XII. Yüzyıl ahşap İslam ustalığının en mükemmel eserlerinden sayılmaktadır…”

Orada kıldığı bir cuma namazını anlatır. Dinlediği hutbeyi çok beğenir. Akçura, geçmiş peygambelerin izinde Zeytindağı’na da çıkar. Arapların “Cebelü’t-Tur”dedikleri bu dağ denizden 790 metre yüksekte bulunan Kudüs-i Şerif’e göre biraz daha yüksektir (818 m.). Bu en yüksek noktadan görünen manzara içe işleyicidir:

“Ayaklar altında Kedron/Kidron ırmağı, Yosafat/Yehoşafat vadisi.. Onun bir tarafında, oldukça büyük kale duvarı üstüne oturtulmuş Harem-i Şerif meydanı; meydandaki fruze renkli Kubbetü’s-Sahra, geniş Mescid-i Aksa, irili ufaklı kubbeler, çepeçevre dolanan zeytin ve çınar ağaçları; siyah, kalın mum gibi uzayıp duran serviler… Bu görkemli meydan, uzaktan, adeta çok kıymetli bir oyuncak gibi görünmekteydi;”

Kitapta, Yahudilerin amaç ve faaliyetleri hakkında dikkat çekici tespitler var. Bu konuda G. Maspero’nun bir kitabından da yararlanan yazar, oradan şu satırları aktarıyor: “Yahudilerin toprak zaptı, asla hızlı ve keskin hareketlerle olmamış; yavaş yavaş ve parça parça gerçekleşmiştir. Yahudi göçmenler, memlekete çoban grupları ya da yol kesen çeteler halinde girmiş, adım adım ilerleyebilmişlerdir. Çok zaman geçip sayıları çoğaldıktan sonra, toprağın eski sahiplerini kovmaya yahut hakimiyetleri altına almaya koyuldular.”  

Yusuf Akçura, Suriye Fatihi, İslam komutanlarından Halid bin Velid’in soyundan Ruhi el-Halidi ile de görüşür orada. İstanbul’dan tanıdığı Ruhi el-Halidi Kudüslü âlimlerden öğrendiği Arabî ve dinî ilimlerin üstüne İstanbul’da da Mekteb-i Mülkiye’yi bitirmiştir. Onunla Kudüs ve Filistin’in meseleleri üstünde sohbet imkanı bulur. Yusuf Akçura’nın 1913 yılında yaptığı bu seyahatinde yerinde tespitlerinden biri de bölgedeki Osmanlı bürokrasisin ve memurların durumudur. Onları sert bir şekilde eleştirir yazar, çoğunun “uyuşuk, bilgisiz, iktidarsız, idealsiz, ahmak, sefh ve sarhoş” olduğunu belirtir. Kendilerini burada sürgün, mahpus olarak görmekte, bir an önce İstanbul veya İzmir’e dönmenin hesaplarını yapmaktadırlar. İşin daha da kötüsü, bazı idarecilerin siyonist yahudilerle iş tutmasıdır: “Buna rağmen siyonist yahudiler, mutasarrıf beyle paşaların, sarı sarı altınlar karşısılığındaki yardımları sayesinde toprak ağalarından da, köylülerden de hayli arazi koparmışlar. Kamil Paşa kabinesinde Dahiliye nazırlığı yapan bir beyefendinin Kudüs Mutasarrıfığı zamanında, siyonistlere simsarlık yapmaktan birkaç ay içinde dört yüz bin ruble kadar para biriktirdiğinin belgeli/ mevsuk olduğu burada pek çok kimse tarafından dile getirilmektedir. El-Uhdetü ‘ale’r-râvî (sorumluluk söyleyene aittir/günahı söyleyenin boynuna!).

Hicaz Hatırası (Suriye ve Filistin’de cevelânım)

Yusuf Akçura’yla aynı yıl içinde, ondan altı ay kadar sonra, yine trenle, birkaç gün kalacağı Kudüs’e gelen Hüseyin Vassaf da bu gelişi kendine has üslubuyla şöyle anlatır:

“Alesseher trene râkiben Kudüs’e âzim oldum. Miralay Hafız Bey beraberimde idi. Yollar pek hoş idi. Portakal bahçelerinin arasından geçiyorduk. Esnâ-yı râhta süri ile çıplak merkepler gördüm. Trenden korkarak sahralara kaçıyorlardı. Kudüs halkının kıyafetleri şu resimde meşhûddur. Uzaktan Kudüs sûru göründü. Bir mahal-i mübareğe gidilmekte olduğu kalbimdeki in’ikâsât ile malûm oluyordu. Güzel bir istasyona geldik. İkindi yakın idi; indik. Vapurda arkadaşlık ettiğimiz Kudüs kadısı Rizeli Nuri Efendi tahmin üzerine istasyona uşağını yollamış. Tarif ile bizi buldu, sordu. Cevâb-ı muvafık alınca , ‘Buyurunuz, sizi götüreceğim’ dedi.”

Hüseyin Vassaf’a ait bu satırlar, aktardığımız diğer hatıralardan bazı farklılıklar içeriyor. Öncelikle Hüseyin Vassaf’ın anlatımında güzel görmeye ayarlanmış bir göz dikkat çekiyor. Göz öyle gördüğü gibi, kalb de mübarek bir mahalle gelinmekte olduğundan “in’ikâsât” (aksetmeler, yansımalar) ile haberdar ediliyor. Yine bu satırlardan anlaşılacağı gibi, Hüseyin Vassaf’ı diğerlerinden ayıran bir özellik de seyahat yazılarını oralardan temin ettiği döneme ait kartpostallarla, fotoğrafarla iç içe anlatmasıdır. Kudüs kadısı Rizeli Nuri Efendi’nin misafri olan müellif, ertesi günü hemen ziyaret yerlerine gider:

“Harem-i Şerif geniştir. Burada en mühim iki yerdir. Biri Sahratullah diğeri Mescid-i Aksâ’dır. Bu sayfada ikinci ve üçüncü resimlerdeki kubbeler Sahratullah’ın olduğu mahall-i mübârektir. Zînette küre-i arzda bir misâli dahi bulunmayan bir câ-yi akdestir. Malum olduğu üzere Nebiyy-i Ekrem Rasûl-i muhterem salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin Leyle-i Mi’râcda Kudüs-i şerif’te kadem-zen oldukları câyı akdes olup buraya ‘Beyt-i Mukaddes’, Beyt-i Makdis’, ‘Sahratullah’, ‘Harem-i şerîf’ derler. Hîn-i urûcda sert bir kaya üzerine mübarek kadem-i saadetleri temâs eden mahallerde resm-i kadem-i enverleri tecessüm eylemiştir. Bunun üzerine Hazret-i Ömer binâ-yı hâzırın esâsını yaptı.”

Daha sonra Kamame Kilisesi’ni de gezen Hüseyin Vassaf, burasının anahtarıyla ilgili şu dikkat çekici bilgileri verir: “Kilise pek kadîmdir. İçerisi mozayik mermerler, tavanı Ayasofya gibi altın ile müzeyyendir. Hristiyan mezâhibinde kilisenin anahtarları bende olacak diye gürültü çıkmış, bî-taraf olarak müslümanda dursuna karar verilmiş. İçerisi zînetten numûne-nümâ-yi hayrettir.”

Zeytin Dağı

Falih Rıfkı, Zeytindağı üstünde, geniş bir çamlık içinde yer alan ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Dördüncü Ordu karargahı olarak kullanılan Alman misafrhanesi binasından bahseder hatıralarında. “Banyolu odalarına bakarsanız bir Alman oteline, kiliseli parçasına yaklaşırsanız bir manastıra, başörtülü ve hastalarından haber götürür gibi dolaşan şivesterleri ile bir kliniğe de benzer” dediği bu bina için “Acaba buna bir ‘Hacılar Hanı’ diyebilir miyiz?” diye sorar.

Yazar, burada, ordu kumandanı Cemal Paşa’nın huzuruna çıktığı günü de anlatır: “Tertemiz, ezici ve büyük bir Alman yapısı! Herkes subay ve nefer, ayağının ucuna basıyor ve ara sıra geniş korudordan, yatakodalarına ve sofraya bakan şivesterler geçiyor.” İşte Cemal Paşa’nın odası: “Büyük bir oda: Solda Şeria nehri ve Lut gölü, sağda Kudüs şehri, önde Moskofya denilen Rus yapı ve bahçeleri var. Cemal Paşa, Şeria’ya bakan pencere ile Moskofya’ya bakan pencerenin üçgeni arasında, arkası bize dönük, kâğıt imzalamakla meşgul.”35 Falih Rıfkı, kendi konumunu da şu şekilde belirler: “Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut denizine ve Gerek dağlarına bakıyorum. Daha ötede, Kızıldeniz’in bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor.

Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var; Suriye var; bir yandan Süveyş Kanalına, öbür yandan Basra Körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum.” 36 Falih Rıfkı, hatıraları yazdığı dönemdeki Kudüs’ün durumunu anlatırken, bu topraklarda sadece bir “jandarma” olduğumuzu, Kamame kilisesinin anahtarını taşıyan müslümanın durumuyla ilgili bir benzetme yaparak açıklar “Kamame kilisesinin Hristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada dururu. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftçilik, endüstri, binalar, her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.” İstanbul’a dönen yazar, oraları ve orada kalan ve vatanı müdafaa eden Türk askerlerini hatırlar. Kudüs’ün düşüşünü ise “Karargah’ın içinde: ‘Kudüs düştü!’ sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdır.”

Yazar, Yahudi’yle Arapların durumunu karşılaştıran şu satırları da yazmıştır: “Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’i birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları smokin giyen İngiliz yahudisi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı Alman yahudi kızları dilijanlar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler. Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.”

Son Dönem Edebiyatında Kudüs

Kudüs’ün Osmanlı toprağı olmaktan çıkışı (1917) Müslümanlar için, son yüzyılın en büyük olaylarında biridir. İkinci bir gelişme ise 1948’de İsrail devletinin kuruluşuyla gerçekleşir. Bunların acısı, sürekli kanayan bir yara acısı halinde hâlâ devam eder. Savaşlar, katliamlar, zulümler hiç dinmez. Bu yeni pozisyon içinde, bir Kudüs duyarlılığının gelişmesinden bahsedebiliyorsak, Türk şiiri bunu Sezai Karakoç’a borçludur. 1969’da Mescid-i Aksa’nın siyonistlerce yakılması üzerine, Diriliş dergisinde “Ey Yahudi!” isimli şiirini yayımlar:

Nihayet Mescid-i Aksa’yı da yaktın ey Yahudi! …

Asırlardır insanlığın ruhunu yaktığın gibi ey Yahudi! …

dizeleriyle başlayan bu şiir, o sıralar aktüel bir konu olan Amerikalı astronotların aya çıkma olayını, metafzik bir “yükseliş” olan Hz. Peygamberin Mirâcıyla, Mirâcın ilişkili olduğu Kudüs şehriyle biraraya getirmekte, zanla hakikatin birbiri karşısındaki durumunu ortaya koyarak ayrıştırmaktadır. Böylece insanlığa yepyeni bir perspektif sunmaktadır:

Aya çıkarak göğe çıktığını sandın ey Yahudi! …

Göğe çıktığına inanır inanmaz

Büyük Peygamberin göğe çıktığı yeri yaktın ey Yahudi! …

Mescid-i Aksa’yı yaktın ey Yahudi! …

Daha doğrusu yaktığını sandın ey Yahudi! …

Senin yaktığın gökteki Mescid-i Aksa’nın ancak gölgesidir ey Yahudi! …

Senin yaktığın Mescid-i Aksa’nın ruhu değil

Taş, toprak ve ağaçtan işaretidir ey Yahudi! …

(…)

Sezai Karakoç’ta Kudüs; Mekke, Medine, Bağdat, Şam ve İstanbul gibi büyük medeniyet şehirlerinden biridir. Şiirleriyle bir bütünlük oluşturan tarihî perspektifi düşünce yazılarında, günlük yazılarında, söz bu medeniyet şehirlerine uğrar sık sık. Bir başka şiirinde, metafzik boyutlu düşünüşün yeni ifadelenişlerine tanık oluruz. Şair, Kudüs şehrini “Gökte yapılıp yere indirilen şehir” olarak niteler:

Ve Kudüs şehri.

Gökte yapılıp yere indirilen şehir.

Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.

Altında bir krater saklayan şehir

Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi

Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi

Hani Şam’dan bir şamdan getirecektin

Dikecektin Süleyman Peygamberin kabrine

Ruhları aydınlatan bir lamba İfriti döndürecek insana:

Söndürecek canavarın gözlerini

İfriti döndürecek insana

Türk edebiyatında doğan yeni İslamî duyarlılık, 1960 sonrasında, en geniş ifadesini, Sezai Karakoç’un “Diriliş” kavramında bulur. Bu kavrayıcı ve kapsayıcı perspektif ve duyarlıktan güç alan bir edebiyat kuşağı doğar. Kendi orijinalitesine sahip başka isimleri de çıkarırr bu kuşak. Cahit Zarifoğlu birçok şiirinde İslam Coğrafyasında dolaşır:

Farzet körsün olabilir

Elele tut

Taş al ve at

Kâfri bulur

Hani ceylanların

Hani cihat marşın

Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın

En arka safta bile kalmadın

Cengi attın dünyaya daldın

dizelerinde olduğu gibi, uyarıcı bir dil kullanır.

Kudüs özelinde düşünürsek Karakoç ayarında, aynı güçte başka bir ışıyış olduğu söylenemezse de Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisi etrafında kurmaya çalıştığı Ortadoğu ve Afrika duyarlılığını anmamız lazım. Pakdil, adı geçen dergide yazan yazarlara birer Ortadoğulu adı vermek gibi şık bazı çıkışlarıyla dikkati çeker. Fransızca aracılığıyla modern Arap şiir ve hikayesinden yaptığı çeviriler de aynı bağlama dahildir. Bu konuda gösterdiği duyarlılık, bir şair olmadığı halde, Pakdil’i, müstear isimle Kudüs bilincini yükseltici manzumeler yazmaya kadar vardırır. Başta Mehmet Akif İnan ve Arif Ay olmak üzere Mescid-i Aksa ve Kudüs temalı şiirler, değiniler yer yer çıkar karşımıza. Akif İnan’ın, 1979’da yayımlanan ünlü şiirinden;

Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde

Götür Müslümana selam diyordu

Dayanamıyorum bu ayrılığa

Kucaklasın beni İslâm diyordu

dörtlüğüyle Arif Ay’ın

Ben Kudüs

Bana çok kapıdan girilir

Bir de aşk kapısından

O kapı kalp kapısı

O kapı gök kapısı Mescid-i Aksa

İlk ve son durak

Bende yükseldi

Burak dizelerini de buraya kaydedelim.

Kaynak
Klasik ve Modern Türk/İslam Edebiyatında Kudüs, Alim Kahraman, İYV

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu