Kudüs Tarihi

İslam Öncesi Kudüs’ün Durumu

Kudüs’ün eski çağlardaki tarihi geçmişine ışık tutan arkeolojik kazılar XIX. yüzyılın ortalarından itibaren başlamıştır. Bu kazılarda bulunan materyaller en erken M.Ö. II. binyılın başlarıyla tarihlenmektedir. Ancak şehirle ilgili bu materyaller çok olmayıp, çoğu da tarihsel mahiyette değildir. Bulunan çömlekler, abideler, epigrafk materyaller gibi arkeolojik bulguların sayısı sınırlı olup yıpranmaları sebebiyle güvenilir bir bilgi oluşturmada yetersizdirler. Kudüs’ün İsrailoğulları’ndan önceki tarihine ilişkin bu veriler hem tarihlendirme hem de yorumlama açısından elverişli görülmemiş, bu yüzden uzmanlar bulguları değerlendirirken Yahudi kutsal metinlerinde anlatılanlara başvurmuşlardır. Bu da Filistin tarihinin yazımı konusunda Batı’daki çalışmaların Yahudi kutsal metinleri etkisi altında kalmasıyla sonuçlanmıştır.

Kudüs’te İlk Yerleşim

Kudüs şehrinin tarihi İsrailoğulları ile başlamaz. Onlardan önce de burada yerleşik düzen mevcuttur. Bir takım bilgiler ve arkeolojik verilere göre Kudüs’te yaşam M.Ö. III. binyılın sonlarında başlamıştır. Şehrin ilk sakinlerinin kimler olduğunu tespit etmek için elde yeterli veri bulunmasa da avcılar ve göçebe hayvancılar olduğu tahmin edilmektedir. Deniz kıyısına uzaklığı ve su kaynaklarının kıtlığı gibi faktörler, insanların Kudüs’ü elverişli bir yerleşim yeri olarak görmesini engellemiştir. M.Ö. III. binyılda avcıların geçici ikamet yeri olan Kudüs’te M.Ö. II. binyılın başlarında düzenli yaşam oluşmuştur. Başlangıçta Kudüs, su kaynaklarına yakınlığı sebebiyle Ofel Tepesi’nin yamaçlarında küçük bir yerleşim birimi olarak kurulmuştur. Burası günümüzde Harem-i Şerif’in güneydoğu tarafına denk düşmektedir. İlerleyen süreçte burası bir site devletine dönüşmüştür. Bu site devleti sınırlarının eski şehrin surlarından pek farklı olmadığı düşünülmektedir. 1961’de İngiliz arkeolog Kathleen Kenyon, şehirdeki ilk yerleşimin gerçekleştiği Ofel Tepesi üzerinde bir duvar keşfetmiştir. 6.5 ft kalınlığındaki bu duvar Ofel Tepesi’ni dolanıyordu. Ümmü’d-Derac pınarı tarafında geniş bir kapısı vardı. Kenyon, şehirde bulduğu çömlek kalıntılarını M.Ö. 1800’lü yıllara tarihlendirmiştir. O, daha önceki dönemde de burada yaşayanların olduğunu fakat bunun bir şehirleşme öncesi dönem olduğunu savunarak şehir hayatının M.Ö. XVIII. yüzyıl itibarıyla ortaya çıktığını söylemiştir.

Eski Tabletlerde Kudüs

Kudüs’le ilgili ilk malumatlar eski Mısır tabletlerinde geçmektedir. Bu tabletler arasında en eskisi “Lanet Metinleri” adıyla bilinir. Bu tabletler Firavun III. Sesortis dönemine (M.Ö. 1878-1842) ait olup çömlek kaplar üzerine yazılmıştır. Alman Mısırbilimci Kurt H. Sethe tarafından deşifre edilip 1926’da Berlin’de yayınlanan bu yazıların ruhban sınıfına ait olduğu tahmin edilmektedir. Lanet Metinleri’nde Mısır’a karşı tehlike arz eden şehir ve yöneticileri zikredilmekte ve onlara beddua edilmektedir. Sethe bu tabletlerde ‘Awsamm’ şeklinde transkribe olunan kelimeyi ‘Uru-Şalim’ şeklinde deşifre etmiş ve onun Yeruşalim/Kudüs’ü işaret ettiğini savunmuştur. Metinde zikredilen şehrin Kudüs olmadığını iddia edenler olmakla birlikte, yaygın görüş Sethe’in görüşüdür. Uru-Şalim o dönemde şehrin dili olan Kenanca telafuzu olup “Şalim’in şehri, Şalim’in tesis ettiği yer” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda bu kelime “barışı görecektir” anlamına da gelir. Sethe, metinlerde zikredilen Yq’rm ve Şz-n kelimelerinin de şehrin iki yöneticisinin adı olup Yaqir-‘ammu ve Saz’anu şeklinde okumuştur. Yaklaşık yüz yıl sonraya tarihlenen başka bir tablette şehrin yöneticisi olarak tek kişinin adı zikredilmiştir. Uzmanlar bunu, birkaç şef tarafından yönetilen kabile sisteminden tek kral tarafından yönetilen şehir hayatına evirilme olarak yorumlamışlardır. Kudüs’ün zikredildiği diğer bir bulgu, Tell el-Amarna tabletleridir. M.Ö. XIV. yüzyıla tarihlenen bu tablet, 1887’de Kahire’nin takriben 300 km güney tarafında Nil Nehri’nin doğu tarafarında keşfedilmiştir. Bu tabletlerde şehrin adı Uruşalim ve Beyt-Şulmanu olarak geçer. Buradaki 285-290 numaralı tabletlerde Uru-Şalim kralı Abdi-Heba’nın Firavun III. Amenhotep’e (M.Ö. 1386-1349) ve oğlu Akhanaten’e (M.Ö. 1350-1334) yazdığı altı mektup, Kudüs’ün o dönemine ilişkin bilgi sunmaktadır. Kral Abdi-Heba bölgeye saldıran Habiru adlı yağmacılara karşı fravundan yardım istemekte, fravuna sadakatsizlikte bulunan kralları ihbar ederek kendi sadakatini ve itaatini belirtmekte ve nihayet Kudüs’teki Mısır garnizonunu fravuna şikâyet etmektedir. Bu mektupların içeriği Kudüs’ün o dönemlerde Mısır’a bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Telafuz açısından benzemesi sebebiyle tabletlerde bölgeye saldırdıkları geçen Habirular’ın İbraniler olduğunu söyleyenler olmuşsa da, son araştırmalar bu ikisinin farklı olduğunu ortaya koymuştur. Tell el-Amarna tabletlerinden sonra birkaç yüzyıl boyunca Kudüs’ün ismen zikredildiği arkeolojik veriye rastlanmamıştır. Uzmanlar bu durumu Kudüs’ün o dönemlerde ehemmiyetli bir konumda olmadığı şeklinde yorumlamışlardır. Uzun bir aradan sonra nihayet Kudüs Asur metinlerinde görünmektedir. M.Ö. 730’lara ait olduğu düşünülen bu metinlerde Asur kralı Tiglat-Pilaser’e haraç ödeyen krallar arasında Yehuda kralı olup, Kudüs’te ikamet eden Ahaz da zikredilmiştir. Bu ara zaman dilimine ait bilgilere ise Yahudi kutsal metinlerinden ulaşılabilir.

 Şehirde Dini Hayat

Eski Mısır tabletlerinde Kudüs’ün adı ‘Uru-Şalim’ ve ‘Beyt-Şulmanu’ olarak geçer. Kazılarda bulunan Aramice ‘Yeruşlem’, Süryanice ‘Urişlem’, Asurca ‘Urusalim’, İbranice ‘Yeruşalayim/Yeruşalim’ isimleri de şehrin en eski adı olan ‘Uru-Şalim’ isminin farklı okuma versiyonları olup bu isimlerin tamamında Kudüs’e yönelik saygı ve kutsallık olgusu baskındır. Hangi dilde olursa olsun, kuruluşundan günümüze kadar Kudüs’e verilen isimlerin tamamında kutsallık unsuru öne çıkmıştır. Şehrin en eski adı olan ‘Uru-Şalim’ iki kelimenin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bunlardan ilk kelimenin “tesis etmek” veya “şehir” anlamına geldiği ifade edilmiştir. İkinci kelimenin selamet, barış anlamına geldiğini söyleyenler olduğu gibi, batı Samiler’in inandıkları ilahın ismi olan Şalim, Şulmanı’ya işaret olarak da yorumlanmıştır. Bu açıdan, şehrin adı ya “barış şehri” veya “selamet mülkü” ya da “Şalim’in yapıtı” anlamına gelmektedir. Bu isim, şehirdeki dini hayat hakkında ipuçları vermektedir. Eski Kudüs’ün dini hayatıyla ilgili arkeolojik verilere ve tapınaklara rastlanmamıştır. Eldeki yegâne ipucu, şehrin adı ve Yahudi kutsal metinlerinde geçen bilgilerdir. M.Ö. XIX. yüzyıla ait Lanet Metinleri’nde geçtiği üzere şehrin adında bulunan Şalim, Suriye tanrı panteonunda yer alan bir tanrının ismi olmuştur. Bu, o dönemde şehrin Şalim kültüne inandığını ortaya koymaktadır. Şalim, akşam güneşi veya akşam yıldızı tanrısının adı idi ve insanlar onunla bağ kurmak için Kudüs’ü ziyarete gelirlerdi. Bölgenin kültüründe şehirlerin tanrılarla ilişkilendirilmesi yaygın idi. Bu isimlendirme, şehrin dini açıdan Suriye’nin etkisi altında olduğunu ortaya koymaktadır. Tell al-Amarna metinlerinde de şehrin adının ‘Uru-Şalim’ ve ‘Beyt-Şulmanu’ şeklinde geçmesi, Şalim kültünün M.Ö. XIV. yüzyılda da şehirde devam ettiğinin göstergesidir. Ancak bu sırada bölgeye akın eden Habirular ve diğerleri kendi inançları olan Baal kültünü de beraberlerinde getirmişlerse de Kudüs’te Şalim kültü hâkimiyetini sürdürmüştür. Şehirde Baal’a tapınmakla ilgili arkeolojik bir bulguya rastlanmış değildir. M.Ö. XI. yüzyılın sonlarında şehri ele geçirip başkent yapan Hz. Davut’un oğulları Avşalom ve Şlomo adlarına dikkat çeken bazı tarihçiler, bir asırdır burada olan İsrailoğulları’nın da Şalim kültünden etkilendikleri ve bunu şehrin İsrailoğlulları’nın eline geçerken dahi Şalim inancını sürdürdüğü şeklinde yorumlamışlardır.

 Yahudi ve Müslüman müfessirlerin yorumları, şehrin eski inancı hakkında bilgi vermektedir. Yahudi kutsal metinlerinde Hz. İbrahim’in çağdaşı olarak zikredilen ve onu kutsayan Melkizedek’in Yüce Tanrı’nın koheni/hizmetkârı (kohen El Elyon) olduğu ve aynı zamanda Şalim kralı olduğu anlatılmaktadır. Melkizedek’in, Hz. Nuh’un oğlu Sam veya onun oğlu olduğu ifade edilmiştir.Yahudi müfessirler burada Şalim adıyla geçen yerin Yeruşalim olduğu görüşündedir. Yahudi kaynaklar Kudüs’te Şalim kültü ile birlikte Zedek kültünün de bulunduğundan bahseder. Zedek kelime olarak dürüstlük, doğruluk anlamına gelir. Eski Kudüs’te Zedek’in, güneş tanrısının yetkin bir tecellisi sayıldığı ifade edilmiştir. Tevrat’a göre şehrin adının Şalim olmasına benzer şekilde, Tevrat’ın tefsirinde şehrin adının Zedek olduğu geçmektedir. Hz. İbrahim’in çağdaşı Şalim kralı Melkizedek’in adı yine, İsrailoğulları şehre ilk defa Yuşa zamanında saldırırken şehrin kralının adının Adonizedek olması, Tevrat’ta pek çok yerde de Yahve’nin Zedek adıyla anılması, Yahudi dini metinlerinde Kudüs ile Zedek arasında kurulan bağa örneklik teşkil etmektedir. Müslüman müfessirler şehrin öne çıkan Şalim ve Zedek isimlerini tevhitçi perspektiften yorumlamışlardır. Onlar, Yahudi metinlerinde bahsedilen Melkizedek’in tek Allah’a inandığını, isminin “Melik-Sadık” olup “dürüst kral” anlamına geldiğini, adındaki Zedek kısmının put anlamına değil dürüstlük anlamında değerlendirilmesi gerektiğini, onun Kudüs’ü kurup tevhitçi ve adaletli bir çizgide yönettiğini ifade etmişlerdir. Müfessirler Melkizedek’in barış yanlısı olup savaştan ve kan dökmekten sakındığı için şehrin adındaki Şalem’in de put anlamında değil barış ve selamet anlamına yorumlanması gerektiğini, dolayısıyla Kudüs’ün eski isminin “barış şehri” anlamına geldiğini zikretmişlerdir. Melkizedek’in Moriya tepesinde mescit yapıp orada tek Allah’a ibadet ettiği, Hz. Süleyman’ın da mabedini bu mescidin temelleri üzerine inşa ettiği, mabette başkohen olan Zadok’un da onun soyundan geldiği ve onun gibi tek Allah’a inandığı kaynaklarda geçmektedir. Bu açıdan bakılırsa M.S. 70’te II. Mabet de yıkılıp çok geçmeden Sadukiler ortadan kalkıncaya kadar şehrin dini hayatı, Melkisedek ve Hz. İbrahim döneminden o zamana kadar bu tektanrıcı ailenin elinde olmuştur. Şehrin adlarındaki bu anlamlar açısından bakılırsa, Kudüs’te dini hayatın eski dönemlerden itibaren tek Allah’a iman çizgisinde olduğu, şehrin barış ve selamet yurdu olduğu, adalet ve dürüstlükle yönetildiği sonucu ortaya çıkacaktır.

Yahudiler Kudüs’te

Mısır’dan çıktıktan sonra çölde kırk yıl dolaşan İsrailoğulları, Filistin topraklarına Hz. Musa’nın halef Yuşa komutasında girebilmişlerdir. Eriha ve Ay kentlerini savaşarak alan Yuşa’ya karşı Yeruşalayim kralı bölgedeki krallarla ittifak oluşturmuştur: “Ve Amorlular’ın beş kralı; Yeruşalim kralı, Hebron kralı, Yarmut kralı, Lakiş kralı ve Eglon kralı kendileri ve bütün orduları toplanıp çıktılar ve Giveon karşısında kondular ve ona karşı savaştılar.”  İsrailoğulları’nın lehine biten bu savaşta Tanrı’nın İsrailoğulları’na yardım ettiği, hatta İsrailoğulları savaşı kazanıncaya kadar güneşi ve ayı yerinde tuttuğu, güneşin tam bir gün batmadığı ve Yahve’nin İsrailoğulları için savaştığı Yahudi kutsal metinlerinde geçmektedir. Yine burada Yuşa’nın ele geçirdiği tüm toprakları on iki İsrail oymağı arasında pay ettiği ve Kudüs’ü Yehuda ve Binyamin oymaklarına verdiği anlatılmaktadır. Öte yandan, Yahudi kutsal metinlerinde yer alan bilgilere göre bu sırada Kudüs’ü de ele geçiren İsrailoğulları’nın şehre hâkim olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Davut Kudüs’ü ele geçirdiğinde burada sadece Yevusiler yaşıyorlardı. Dolayısıyla Yehuda ve Binyamin kabilelerinin şehrin yerli halkını göçe tabi tutmadıkları anlaşılmaktadır. İsrailoğulları’nın Kudüs’e hâkimiyeti Hz. Davut zamanında gerçekleşmiştir. Kaynaklarda Hz. Yuşa ve Hz. Davut dönemlerinde Kudüs’ün ismi ‘Yeruşalayim’ ve ‘Yevus’ olarak geçer.

Hz. Davut Dönemi

Hz. Yuşa’nın vefatından sonra İsrailoğulları doğru yoldan saparak putperest inanca kaymış ve buna karşılık ilahi cezalandırılma ile düşmanlarına sürekli yenilmişlerdir. Diğer taraftan hak yoldan sapmış olmalarına rağmen Tanrı onlara merhamet göstererek onları düşmanlarından kurtarmış, iyi yönetilmeleri için başlarına içlerinden hakimler atamıştır. Bu dönem Yahudi tarihinde ‘Hakimler Dönemi’ olarak bilinir. Hakimler döneminde İsrailoğulları’nın yönetim biçimi, merkezi ve tek bir lidere bağlı olmamıştır. Her kabile müstakil olarak kendi liderine/hakimine sahip olmuş ve onun tarafından yönetilmiştir. Hakimlerin vefatından sonra yine putperestliğe meyleden ve yine düşmanlarının karşısında yenilgiye uğrayan İsrailoğulları peygamber Samuel’den kendilerine bir kral atamasını istemiş ve nihayetinde Şaul/Talut onların ilk ilk kralı olmuştur. Bu hadise ile Yahudi tarihinde Krallar/Melahim dönemi başlamıştır. Şaul/Talut henüz kralken İsrailoğulları’nın en tehlikeli düşmanı olan Goliyat/ Calut bir asker olan Hz. Davut tarafından öldürülmüştür. Bu, Hz. Davut’un İsrailoğulları arasında şöhret kazanmasına neden olurken, diğer yandan Şaul’un düşmanlığını kazanmasına da sebep olmuştur. Bahsedilen dönemde otuz yaşında olan Hz. Davut ilahi tavsiye üzerinde Hebron/el-Halil şehrine gitmiş ve burada yedi buçuk yıl Yehuda kabilesinin liderliğini yapmıştır. Bu süre zarfında Hz Davut oldukça güçlenmiş, Şaul ise iktidardaki gücünü giderek kaybetmiş, sonunda on iki kabilenin her biri kral olarak Hz. Davut’a biat etmiştir. Böylece Hz. Davut otuz yedi yaşında on iki İsrailoğulları kabilesinin tamamının onayı ile kral olmuş, otuz üç yıl onlara krallık yapmıştır. İsrailoğullarının ikinci kralı Hz. Davut, Kenan topraklarında birleşik krallığı kuran kral olmuştur. Onun zamanında devlet çok güçlenmiş, hudutları genişlemiş ve civar devletler arasında ağırlıklı bir yere sahip olmuştur. Bu, onun başarılı bir iç ve dış siyaset yürütebilmesinden, sadece kendi kabilesini ön plana çıkarmayıp tüm kabileler arasında dengeyi gözetebilmesinden kaynaklanmıştır. Kudüs’ün fethi de böyle bir denge amacı güdülerek gerçekleşir Hz. Davut, Hebron’da mevcut olan taraftarlarının diğer kabilelere üstünlük kurmasını engellemek adına stratejik açıdan yeni bir başkente ihtiyaç duymuştur. Bu doğrultuda İsrailoğulları’nın hiçbirinin egemen olamadığı, dolayısıyla sahip olmak için tartışamayacakları ve kuzey ile güneydeki kabileler arasında tam bir tampon bölge olabilecek Kudüs’ün uygun bir şehir olacağına karar verir. O dönemde Yevusiler’in oturduğu bu şehre saldırı düzenler. Böylece Hz. Davut’un yeğeni Yoav su kanalından şehre girmeyi başarır ve şehir fethedilir. “…Ve Davut ile tüm İsrailoğulları Yevus olan Yeruşalim’e yürüdüler. Orada Yevusiler vardı, orada oturanlar. Yebusta oturanlar Davud’a dediler: ‘Sen buraya gelmeyeceksin.’ Fakat Davud Sion kalesini aldı. O, Davud şehridir. Ve Davut dedi: ‘Yevusileri ilk kim vurursa reis ve başbuğ olacak.’ Zeruya oğlu Yoav ilk önce yukarı çıktı ve reis oldu. Davut kalede ikamet ediyordu. Bu yüzden oraya Davut şehri dendi. O şehrin çevresini bina eti, Millo’dan etrafa kadar. Yoav da şehrin geri kalanını inşa eti. Davut giderek büyüyordu, orduların Yahve’si onunla idi.”  Kudüs’ün fethinin tarihi tam belli olmamakla birlikte M.Ö. XI. yüzyılın sonu ile M.Ö. X. yüzyılın başlangıcında olduğu görüşü daha çok paylaşılır. Buna ek olarak bazı tarihçiler o dönemde Kudüs’ün coğraf yapısının şimdikinden farklı olduğunu, örneğin Kidron vadisinin 15 metre daha çukurda olduğunu iddia ederler. Şehir fethedildikten sonra Hz. Davud ikametgâhını Siyon Kalesi’ne taşımış, şehrin adını değiştirerek buraya kendi adını vermiş, “İr David/Davut Şehri” olarak adlandırmıştır. Hz. Davut burayı tüm Yahudilerin başkenti olarak ilan etmiş ve şehrin bir başkent görünümü kazanması için inşaat ve bayındırlık faaliyetine önem vermiştir. Kudüs’te Hz. Davut için bir kraliyet sarayı yapılmıştır. Hz. Davut, içerisinde Tanrı’nın ikamet ettiğine inanıldığı dolayısıyla İsrailoğulları için en kült dini obje olan Ahit Sandığı’nı (Aron ha-Berit) Kudüs’e getirtmiştir. (Tüm İsrailoğulları kabilelerinin ortaklaşa kutsal kabul ettiği Ahit Sandığı’nın Kudüs’e getirilmesi, kabileler arasındaki mesafeyi ortadan kaldırma ve onları tek bir halk yapma doğrultusunda başarılı bir siyasetti.) Ahit Sandığı Siyon kalesi içerisindeki Davut Şehri’ne getirildikten sonra burada daha önceden hazırlanmış saraya yakın bir yerde çadıra konulmuştur. Hz. Davut kendisi sarayda yaşadığı halde Ahit Sandığı’nın bir çadırda konulmasını içine sindirememiş, onun için bir mabet yapma arzusuna düşmüştür. Ne var ki Tanrı, peygamber Natan aracılığıyla bu mabedin inşasının ona değil, soyundan gelecek krala kısmet olacağını bildirmiştir. Tanrı, görücü Gad vasıtasıyla Yevuslu Aravna’nın harman yerinde bir sunak kurulmasını Hz. Davut’a emretmiştir. Hz. Davut bu arsayı satın almış ve burada Yahve için sunak yaptırmıştır. Bu mevki, İslami kaynaklarda Harem-i Şerif diye geçen ve günümüzde Kıble Mescidi ile Kubbetu’s-Sahra’nın içinde bulunduğu alandır. Mabedin yapımı için yontma taşlar, demirler ve çiviler, tunç, sayısız sedir tomruğu, çeşitli renklerde süs taşları, altın ve gümüş temin eden Hz. Davut, tapınağın meşhur ve bütün ulusların gözünde çok görkemli olmasını dilemiştir. Ne var ki Tanrı onu uyarmış, sayısız savaş yapıp çok kan dökmesi sebebiyle bu mabedin yapımının ona değil, ismiyle barışı simgeleyen barışsever oğlu Hz. Süleyman’a nasip edileceğini haber vermiştir. Hz. Davut dönemi Yahudi tarihinde başarı ve zafer dönemidir. Kudüs başkent tesis edilmiş ve burada imar faali yetleri yapılmış, İsrailoğulları’nın tamamı tek devlet halinde birleşmiştir. Ne var ki savaşların ve imar faaliyetlerinin sürdürülmesi için yeni vergilerin konulması toplumsal kargaşaya da sebebiyet vermiştir. Belirtilmelidir ki, Yahudi kutsal metinleri Kudüs’ün Hz. Davud’a kadar İsrailoğulları için herhangi dini bir anlamından bahsetmemiştir. Hz. Davut’un burayı merkez seçmesinde dini nedenlerden ziyade stratejik ve siyasi gayeler etkin olmuştur. Öte yandan Hz. Davut Ahit Sandığı’nı Kudüs’e getirmekle bu şehri siyasetin yanı sıra dinin de merkezi durumuna getirmiştir. Daha önce hac ziyareti için Şilo’ya giden İsrailoğulları bu ibadet için Kudüs’e gelmek durumunda kalmıştır. Dolayısıyla Kudüs, dini anlamda İsrailoğulları’nın gündemine Hz. Davud ve sonradan mabedi inşa eden Hz. Süleyman ile birlikte girmiş, kutsallaşmanın ilk adımları atılmaya başlamıştır.

Hz. Süleyman Dönemi

Hz. Süleyman babasının vefatından sonra takribi olarak M.Ö X. yüzyılın ikinci çeyreğinde İsrail’in üçüncü kralı olmuştur. Tüm kabilelerin başkenti ve siyasal merkez olan Kudüs, Hz. Süleyman’ın krallık döneminde Mabet Tepesi’ni de içerecek şekilde genişlemiştir. Bu dönemde Kudüs’te yeni evler, muhteşem saraylar ve süslü köşkler inşa edilmiş, şehrin çevresine surlar çekilmiş, refah seviyesi yükselmiş, siyasal ve ekonomik açıdan devlet güçlenmiştir. Kudüs’ten komşu devletlere ticaret yolları açılmış, bu vesileyle Kudüs uluslararası bir ticaret merkezine dönüşmüştür. Yahudi tarihinde Hz. Davut fetihler, Hz. Süleyman ise sulh ve başarılı diplomatik ilişkiler dönemidir. Bunların yanında, Yahudi kutsal metinleri Hz. Süleyman dönemini dünyevi açıdan parlak olsa da dini açıdan sapkınlıkların ortaya çıktığı bir dönem olarak niteler. Önemi, Yahudi tarihinde asırlar boyunca kendi adıyla anılacak olan muhteşem bir tapınak inşa etmiş olmasındandır. Hz. Süleyman’ın tapınağı yapması ile Kudüs’ün kutsallaşması yolunda ilk adımları atılmıştır. Krallığının dördüncü yılında Hz. Süleyman babasının vasiyeti üzerine Moriya Dağı’nda bugünkü Mescid-i Aksa alanında Tanrı için mabedin yapımına başlamıştır. Belirtilmelidir ki mabedin yapıldığı Moriya Dağı Yahudi geleneğinde Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmeye teşebbüs ettiği Moriya diyarı ile özdeşleştirilmiştir. Mabet buradaki Even ha-Şatiah/Temel Taşı olarak adlanan kayanın üzerine inşa edilmiştir. Yahudiliğe göre bu kaya dünyanın merkez noktası olup Akedat Yishak/Hz. İshak’ın kurban olmaya duruşu burada gerçekleşmiştir. Bu kaya İslamiyet’te ‘Hacer-i Muallak’ olarak adlanır ve Kubbetu’s-Sahra Camii bu kayanın üzerine inşa edilmiştir. Yahudi kutsal metinleri mabedin yapımı ve görevlileri hususunda en ince detaylara kadar bilgi vermektedir. İbranice kaynaklarda Bet ha-Mikdaş/Kutsal Ev olarak adlanan bu mabedin yapımı yedi yıl sürmüştür. Bu süre içinde sadece İsrailoğulları değil yabancılar da çalışmıştır. İsrailoğulları arasında oturan 153.600 yabancının tamamı mabet yapımında görevlendirilmiştir. Buna ilaveten, Yahudi kutsal metinleri mabedin yapımında malzeme ve işçi temini hususunda Sur kralı Hiram’dan bahseder. Bu durum, o dönemde dahi mabedin yapılmasının uluslararası bir boyutu olduğu ve burada inşaat işlerinden iyi anlayan ustaların çalıştırıldığını ortaya koymaktadır. Hz. Süleyman’ın talebi üzerine Hiram inşaatı yönetmek için maharetli ustalar ve metal işleme, taş yontma, tahta oyma ve kumaş dokuma işlerinde yetenekli işçiler. inşaatta kullanılmak için sedir, sandal ve çam ağacından malzemeler yollamıştır. Mabedin yapımında Lübnan ormanlarından temin edilmiş keresteler ve yontma taşlar kullanılmıştır. Yapım sırasında mabedin içerisinde balta, çekiç vs. hiçbir demir aletin kullanılmadığı belirtilir. Mabedin uzunluğu 60 arşın (yaklaşık 27 metre), genişliği 20 arşın (yaklaşık 9 metre), yüksekliği de 30 arşın (yaklaşık 13.5 metre) yapılmıştır. Mabet üç kısımdan oluşmuştur. Birinci kısım ulam/ salondur. Burası mabede açılan eyvan konumunda olup kurbanlıklar ve sunular için mezbahlar da burada bulunurdu. Ulam’dan devam edince Heikal diye adlanan ikinci kısma geçilirdi. Heikal, mabedin ana salonu olup burası ibadet yapılan yer olmuştur. Ondan sonraki kısım ise Kodeş ha-Kodaşim/kutsalların kutsalı denilen yerdir. Ahit Sandığı’nın konulmuş olduğu bu kısım yeryüzünün en kutsal noktası sayılıp halkın ziyaretine kapalı tutulmuştur. Burası yılda sadece bir kere Yom Kipur Bayramı’nda baş kohenin girebileceği bir alandı. Mabedin duvarları içeriden taş görünmeyecek şekilde sedir ve çam ağaçları ile kaplanmıştır. Kodeş ha-Kodaşim ve ibadet salonu kısmının duvarları, kirişleri ve kapı eşikleri tamamen saf altınla kaplatılmış, duvarlarında ve perdelerinde Karub (çoğ. Keruvim), hurma ağaçları, açılmış çiçek motiferi oyulmuş ve bunlar altınla kaplanmıştır. Karub, kanatlı melek olup Ahit Sandığı’nın üzerinde de karşı karşıya iki Karub heykeli konulmuştur. (Bu kelimenin, İsra gecesi Hz. Peygamber’in bineğinin adı olan Burak kelimesinin tam tersi olması manidardır). Bu heykeller zeytin ağacından yapılmış ve saf altınla kaplanmıştır. Onların yüzü ibadet salonuna yönelik, kanatları birbirine değecek şekilde hazırlanmıştır. Kodeş ha-kodaşim ve ibadet salonu kısımlarında dışarı duvara bitişik üç katlı odalar yapılmıştır. İbadet salonunda dışa doğru daralan pencereler konulmuş, bu pencereler kafeslerle kapatılmıştır. Tapınağın önündeki eyvan kısmının başlangıcında Boaz ve Yakin adlı iki sütun dikilmiştir. Bu sütunların yüksekliği 35 arşındır (yaklaşık 15.8 metre). Mabet hizmete açıldığı zaman Siyon Dağı’nda bulunan Ahit Sandığı ve diğer kutsal eşyalar törenle getirilerek Kodeş ha-Kodaşim kısmına yerleştirilmiştir. Hz. Süleyman mabedin açılışı sırasında okuduğu duada mabedin sadece Yahudilerle sınırlı kalmayıp tek Tanrı’ya yakaran herkesin dualarının karşılık bulacağı yer olmasını niyaz etmiştir. Toplamda kırk yıllık saltanatının ardından M.Ö. X. yüzyılın sonlarına doğru Hz. Süleyman vefat etmiş ve Kudüs’ün Siyon Dağı semtinde Davut’un şehrine defnedilmiştir.

I.Mabet Dönemi

Yehuda Krallığı Hz. Süleyman döneminde başlayan kabileler arasındaki gerginlikler onun vefatından sonra alevlenmiş ve M.Ö. X. yüzyılın sonlarına doğru krallık ikiye ayrılmış, kuzey topraklarda yaşayan on kabile, İsrail Devleti’ni oluşturmuşlardır. Güney topraklarda yaşayan Yehuda ve Bünyamin soyundan gelen iki kabile ise Hz. Süleyman’ın oğlu Rehovam liderliğinde Yehuda Devleti’nin çatısı altında birleşmişlerdir. İsrail devletinin başkenti Şehem, Tirza ve Samiriye şehirleri, Yehuda Devleti’nin başkenti Kudüs olmuştur. İsrailliler ile Yehudalılar arasında sayısız savaşlar yaşanmış, İsrailli kabileler Kudüs’teki mabede alternatif olmak üzere kendi şehirlerinde mabetler inşa etmişlerdir. Asur kralı Şalmaneser M.Ö. 721’de İsrail devletine saldırmış, burayı ele geçirmiş ve halkı buradan sürmüştür. Bu sürgün sonucu İsrailoğulları dünyanın dört bir yanına dağılmış, izleri kaybolmuştur. Bu durum Yahudi tarihinde “kayıp on kabile” metaforu ile anılır. Yehuda devletinin başkenti ise Kudüs ve ilk kralı on yedi yıl görev yapacak olan Rehovam olmuştur. Yahudi kutsal metinlerine göre Rehovam zamanından itibaren Yehuda halkı hak yoldan sapmıştır. Bazen aralarından dürüst krallar çıkarak onları putperestlikten alıkoymaya ve doğru yola döndürmeye çalışmışlardır. Ne var ki bu krallar Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mabedi Yehudalılar’ın ibadet hayatına egemen kılma gayretinde olmamış, yaygın halk kitlelerinin tapınma yeri olan bamalarda ibadet devam etmiştir. Bu durum Kudüs’ün dini anlamda halk nezdinde ayrıcalıklı bir yerinin olmadığını ortaya koymaktadır. “Yehudalılar Yahve’nin gözünde kötü olanı yaptılar, işledikleri günahlarla O’nu atalarından daha çok öfkelendirdiler. Ayrıca kendilerine her yüksek tepenin üstüne ve bol yapraklı her ağacın altına, tapınma yerleri/bamalar, dikili taşlar ve Aşera putları yaptılar. Ülkede fuhuş yapan erkekler bile vardı. Onlar Yahve’nin, İsrailoğulları’nın önünden kovduğu halkların yaptığı tüm iğrençlikleri yaptılar.” Yehuda devleti sürekli Mısır, Asur ve Babil gibi bölge devletlerin saldırılarına maruz kalmış, aynı zamanda kuzeydeki kabilelerin oluşturduğu İsrail devleti de Kudüs’e saldırıda bulunmuştur. Dolayısıyla bahsedilen dönemde Kudüs artık egemen ve güçlü bir devletin değil, bölgenin büyük devletlerince bazen yağmalanan bazen de onlara haraç vermek zorunda kalan bir başkent olmuştur. Bu dönemden itibaren bölgede Mısır’ın ağırlığı görülmüştür. Uzziyahu (M.Ö. 786- 758) ve Yotam (M.Ö. 758-742) döneminde Kudüs yönetimi güçlenmiş, çevredeki halkları yenecek kudrete kavuşmuştur. Bu krallar zamanında Kudüs’ün surları onarılmış ve duvarlar sağlamlaştırılmıştır. Kudüs, Kral Ahaz döneminde (M.Ö. 742-726) yine İsrail ve Aram krallarının birleşik ordusu tarafından kuşatılmışsa da bu kuşatma başarılı olmamıştır. Ancak Ahaz onların saldırısından korunmak için Asur kralının himayesine girmiş, hatta Asurlular’a itaatin bir göstergesi olarak onların ritüellerini kabul etmiş ve Yahve’ye sırt çevirmiştir. Oğlu kral Hizkiya (M.Ö. 726-697) ilk başta Asurlular’a haraç verse de zaman içerisinde dini ve siyasi açıdan başarılı adımlar attığı görülmektedir. Hizkiya dönemi Kudüs için her açıdan bir kalkınma dönemidir. Kapanan mabet ibadete açılmış, Yahve’ye tapınma yeniden başlamış, putlara ve batıl inanışlara karşı savaş açılmış, Kudüs asli hüviyetine geri dönmüştür. O, şehrin surlarını tamir ettirmiş, surların üzerinde kuleler yaptırmış, dışarıdan ilave bir sur daha çektirmiştir. Yahudi kutsal metinlerinde “Geniş Duvar” olarak geçen bu sur vasıtasıyla, şehrin saldırıya açık kısmı kapatılmış, böylece Hizkiya Kudüs’ün savunma sistemini daha da sağlama almıştır. Bu surun kalıntıları 1970’lerde Nahman Avigad’ın yönettiği arkeolojik kazıda keşfedilmiştir. Hizkiya Asur devletine haraç vermemiş ve Yehuda’yı bağımsız bir devlet haline getirmiştir. Bunun üzerine Asur kralı Sanherip Kudüs’e saldırmış, fakat ilahi mucize ile Asur ordusu salgın hastalık neticesinde telef olmuş, Kudüs kurtulmuş ve bu durum şehir halkının dini duygularının yükselmesini sağlamıştır.

Bu siyasal üstünlük şehrin sosyal ve ekonomik yönden de gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bu dönemde, muhtemelen İsrail devletindeki rahatsızlıklar yüzünden göç etmek zorunda kalanlar sebebiyle, Kudüs’ün nüfusu hatırı sayılır ölçüde artmıştır. Paralel olarak yerleşim sıklaşmış ve civar bölgelere de taşmış, şehir sınırları çevredeki vadileri içerecek kadar genişlemiştir. Hz. Süleyman zamanında şehrin nüfusu 8.000 civarında idiyse Hizkiya zamanında 24.000’e yaklaşmış, benzer şekilde Kudüs’ün arazisi dört kat büyümüştür. Şehirde geniş çaplı imar faaliyetleri yanında altyapı çalışmaları başlatılmış, yakındaki Silvan köyündeki Ümmü’d-Derac/Gihon pınarından yeraltı tünel ile şehre su getirilmiştir. İlaveten Mamilla havuzundan (sonradan kendi adıyla Hizkiya havuzu) günümüzde Hristiyan mahallesinde Patrik hamamı havuzu diye adlanan baraja su çekilmiştir. Hizkiya’dan sonra tahta geçen oğlu Menaşşe zamanında (M.Ö. 697-642) putperestlik yeniden hortlamış ve yaygınlaşmıştır. İlahi ceza ile cezalandırılan Menaşşe sonradan hak yoluna dönünce Tanrı ona lütfetmiş, yeniden kral olan Menaşşe şehre dış duvar yaptırarak çeşitli onarımlarda bulunmuştur. Fakat Kudüs’ün putperest adetlerden tamamen temizlenmesi ve halkın devlet eliyle Yahve inancına yönlendirilmesi kral Yoşiyahu zamanında (M.Ö. 640-609) gerçekleşmiştir. Kudüs’te mabet tamir edilmiş, bamalar yıktırılmış ve hak yola dönülmüştür. Yahudi kutsal metinleri onun döneminde mabette Tevrat’ın bulunduğunu, Fısıh Bayramı’nda dini ritüellerin toplum tarafından yüksek seviyede icra edildiğini belirtmektedir. Bu, halkın dini hayatında bir canlanma yaşandığı ve Kudüs’ün dini anlamda önem kazandığı ve merkez konumuna yükseldiği anlamına gelmektedir. Bu merkezilik Kudüs için daha öncesinde eşi benzeri görülmemiş bir statü idi. Ancak ondan sonra tahta geçen oğlu Yehoahaz zamanında (M.Ö. 609-608) putperestlik yeniden kabul görmüş, bu yüzden ilahi cezaya maruz kalan halk önce Mısır’ın ve ardından Mısır’ı yenip bölgeye hâkim olan Babil’in egemenliğine girmiştir. Bunun yanı sıra Kudüs, Kildani, Arami, Moavlı ve Ammonlu akıncıların saldırısına da maruz kalmıştır. Yehoyakim zamanında (608- 597) Bâbil Kralı Buhtunnasr/Nebukadnezar Kudüs’e saldırarak kralı emri altına almış, pek çok insanla birlikte mabedin değerli eşyalarını Babil’e götürmüştür. Üç yıl sonra onun isyan etmesi üzerine 597’de Kudüs’e ikinci defa giren Buhtunnasr, bu defa mabedin kalan eşyalarıyla birlikte onu da Babil’e götürmüş ve yerine Yehoyakin’i atamıştır. Yüz gün krallık yapan yeni kral Yehoyakin’i de Babil’e götürmüş, onun yerine Sidkiyahu’yu kral olarak atayarak Yehudalılar’ı haraca bağlamıştır. Kral Sidkiyahu dönemi (M.Ö. 597-586) Yehuda devletinin yıkıldığı, Kudüs’teki mabedin yerle bir edildiği dönemdir. İktidarının onuncu yılında Sidkiyahu Babil’e karşı ayaklanınca Buhtunnasr M.Ö. 586’da Kudüs’e saldırarak şehri kuşatmıştır. Buhtunnasr’ın ordusu şehirdeki evleri, sarayları ve mabedi yakmış, değerli olan her şeyi yok etmiş, şehrin surlarını yıkmıştır. Sarayın ve mabedin hazineleri Babil’e götürülmüş, halk kılıçtan geçirilmiş ve sağ kalanların çoğu Babil topraklarına sürgün edilmiştir.Kudüs’ün düşmesiyle İsrailoğulları’nın son devleti tarihe karışmış, sürgün hayatı başlamıştır. Neticede Hz. Süleyman döneminden Yehuda Devleti’nin düşüşüne kadarki süre Yahudi tarihinde I. Mabet Dönemi olarak bilinmektedir. Bu dönemde Kudüs tarihçiler tarafından sıradanlıktan başkentliğe yükselen bir şehir olarak nitelenmiştir. Tell el-Amarna tabletlerinden M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarına kadar geçen zamanda arkeolojik verilerde Kudüs hakkında sessizlik hâkimdir. Bu durum, tarihçiler tarafından söz konusu dönemde Kudüs’ün ve Yehuda devletinin ufak ve önemsiz bir konumda olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Ayrıca bu veri yetersizliği, tarihçileri Kudüs’ün Hz. Davut ve Hz. Süleyman döneminde anlatılan şaşaasını da tartışmaya götürmüş, nitekim şehrin siyasi merkez olduğu kuşkuyla karşılanmıştır. Bu dönemde şehirdeki yerleşim yerleri seyrek bir görüntü arz etmektedir.

Bulgular şehrin M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarından itibaren önem kazandığını gösterir. Dönem üzerine çalışan arkeologlar ve tarihçiler, bu dönemde sarayları, ambarları, surları ve burçları olan güzel bir şehir tablosu çizmektedirler. Arkeologlar; bu dönemle ilgili ortaya çıkan sayısız küçük yerleşim yerleri, sur kalıntıları, kuleler, su kanalı ve tarım malzemesi kalıntıları, aniden sayısı artan mezarlar, boyutları büyüyen türbelere bakarak şehrin bu dönemde önem kazandığı sonucuna ulaşmışlardır. Dolayısıyla, M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarından itibaren Kudüs’ün merkezi bir özellik kazanmasına ilişkin kutsal metinlerde anlatılanlar arkeolojik bulgularla desteklenmektedir. Bulgular, artık bu dönemde Kudüs’ün orta büyüklükte bir şehir olduğuna ve merkezi konumuna işaret etmektedir. Yahudi kutsal metinlerinin Hizkiya dönemine ilişkin anlattığı gelişmeler, inşa ve imar faaliyetleri arkeolojik bulgularca da desteklenmektedir. M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren Kudüs’ün ve Yehuda’nın nüfusunda görülen önemli artış, kuzeydeki İsrail devletinin M.Ö. 720’lerde çöküşünden sonra oradaki kabilelerin Yehuda’ya göç etmelerine dayandırılır.

II. Mabet Dönemi: Persler Dönemi

 M.Ö. 538’de Pers Ahameni hanedanından Koreş, Babil Devleti’ni yenmiş ve Kudüs’ün hakimi olmuştur. Böylece Müslümanların fethine kadar geçen yaklaşık binyıl Kudüs Sami ırkının elinden çıkmış, Hint-Avrupa ırkının eline geçmiştir. Kudüs’ü fetheden Koreş, Yahudilerin anayurtlarına geri dönmelerine izin vermiştir. Bahsedilen dönemde Ortadoğu’nun kudretli devletlerinden olan Mısır’ın saldırısına karşı Persler’in tedbir amaçlı İsrailoğullarını Filistin’e geri gönderdiği ileri sürülmüştür. Bu yaklaşıma göre Persler Mısır’ın saldırısına karşı hazırlıksız yakalanmamak için arada tampon bölge oluşturmanın faydalı olacağını düşünerek Kudüs’ün imarını ve mabedin inşasını üstlenerek İsrailoğulları’nı oraya göndermiştir. Dönüş izninin çıkmasıyla birlikte on binlerce Yahudi Kudüs’e dönmüştür. Geri dönenlerin yanı sıra Babil topraklarında kalmaya devam edenlerin de olduğu bilinmektedir.

İsrailoğulları’nın döndükten sonraki ilk işleri, metruk halde olan Kudüs’te mabedi yeniden inşa etmek olmuştur. Fakat bu çok da kolay olmamış, çeşitli engellerle inşaat işleri sekteye uğramıştır. Mabedin yapımını engelleyenlerin Samiriler olduğu ifade edilmiştir. Yapım işlerinde onlar da görev almak isteyince, safkan İsrailoğulları soyundan gelmediği gerekçesiyle reddedilmişlerdir. Bunun yanı sıra civar halkların yöneticileri de Yahudilerin Kudüs’ü yeniden imarının durdurulması gerektiğini, aksi durumda İsrailoğulları’nın itaatsizlik edecekleri ve vergi vermeyecekleri yönünde kralı uyarmışlardır. Bu uyarı neticesinde mabedin inşa ve imar faaliyetleri durdurulmuştur. Ancak Kral Darius aynı uyarıyı almasına rağmen, Koreş’in mabet yapma iznini ve desteğini belirten fermanını arşivden bulmuş ve mabedin yapımı için tüm engelleri kaldırmıştır. Lübnan’dan, Tire’den ve Sidon’dan temin edilen usta ve inşaat malzemeleriyle yapılan mabet, Hz. Süleyman’ın yaptırdığı zeminin üzerinde inşa edilmiş ve M.Ö. 515’te ibadete açılmıştır. M.Ö. 457’de Kudüs, Ezra’nın şehre dönmesi ile tarihteki önemli ve ihtişamlı dönemlerinden birine girmiştir. Bu ihtişam, Pers kralı tarafından Kudüs’e vali olarak atanan Nehemya’nın gelişi ile daha da artmıştır. Nehemya’nın Kudüs’e varmasıyla geniş çaplı imar faaliyetleri başlamış, şehrin surları yapılmıştır. Şehir surlarının yapımı 52 gün sürmüştür. (Ezra 1-8; Nehemya 1-11) Surların inşası şehrin gelişimi açısından önemli bir dönüm noktası olmuş, şehir halkı giderek kalabalıklaşmıştır. Fakat buradan, şehrin gelişmiş bir durumda olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü Persler’in egemenliği döneminde Kudüs’de sefalet ve fakirlik hâkim olmuştur. İnsanlar basit kulübelerde yaşamış, yeterli sayıda çömlek kapları bile olmamıştır. Bu dönemde Kudüs’ün dini merkeziliği ve önemi tüm Yahudiler tarafından kabul edilmiştir.

Makedonyalı İskender Kudüs’te

 M.Ö. 332’de Makedonyalı İskender bölgeyi ele geçirmiş, böylece Kudüs onun yönetimine geçmiştir. Rivayetlere göre İskender ilk başta şehri yıkmak istemiş, fakat yaşlılar ve din adamları beyaz cüppeler giyinmiş halde şehir dışına çıkarak onu karşılamış, şehri yıkmaması için yalvarmışlardır. Böylece o, Yahudilerin mabedine zarar vermemiş ancak buraya heykel koymak istemiştir. Yahudiler buna karşı çıkmış, bunun yerine ilk doğacak erkek çocuklarına onun adını vererek onu yücelteceklerine söz verince İskender bu kararından da vazgeçmiştir. Şehrin işgaliyle birlikte şehrin İbranice adı olan ‘Yeruşalim değişerek Grekçe ‘Hieroslyma’ şeklinde adlandırılmaya başlamıştır.

Kudüs’te Ptolomeler Hanedanı

M.Ö. 323’te İskender’in ölmesinden sonra Hieroslyma, yani Kudüs, Mısırlı Ptolomeler hanedanına bağlanmıştır. Ptolomeler döneminde Kudüs’te dini ve sosyal yaşamın kontrolü Yahudilerin elindedir. Ptolomeler, Yahudilerin inançlarına saygı göstermiş, hatta kutsal metinlerini Yunanca’ya çevirtmişlerdir. Bu metinlerin Yunanca’ya kazandırılması, Ptolemy Hanedanlığı’ndan İmparator II. Ptolemy (M.Ö. 285-246) ile bağlantılıdır. O okumaya ve kitaba düşkün biri olduğu için İskenderiye Kütüphanesi’ni doğudan ve batıdan getirttiği kitaplarla zenginleştirmiştir. Kütüphanenin müdürü, bir kitap düşkünü olan Phalerumlu Demetrius da Yahudilerin kutsal kitaplarının kütüphaneye kazandırılması için onu teşvik etmiştir. İmparatorun saray kütüphanesine ekleme amacıyla Yahudi kutsal metinlerinin Yunanca’ya çevrilmesini istemesi üzerine Başkohen Eleazer İsrailoğulları’nın on iki kabilesinin tamamından yetmiş iki Yahudi din adamı seçerek ona göndermiş, bu din bilginleri İskenderiye yakınlarında Pharos adasında yetmiş iki gün içerisinde Tevrat’ı Yunanca’ya tercüme etmişlerdir. Söz konusu tercüme metni, tercümanların sayısı ve tercüme edilen gün sayısına nispetle “Yetmişler/Septuaginte Nüshası” adıyla şöhret bulmuştur.

Selefkiler Döneminde Kudüs

 M.Ö. 199’da Kudüs Yunan Selefkiler hanedanının eline geçmiştir. Selefkiler dönemi genelde Yehuda’da özelde Kudüs’te Helenleşme siyaseti yoğun bir şekilde yürütülmüştür. Kudüs bu dönemde kendisini bir medeniyetler çatışması, kültür dejenerasyonu ve yozlaşma içerisinde bulmuştur. Gimnazyumların ve stadyumların kurulması, olimpiyatların düzenlenmesi, Yunan tapınaklarının inşa edilmesiyle Kudüs bir Grek şehri/Polis’e dönüşmüştür. Helen kültürünü teşvik eden eğitim ve eğlence kurumları yaygınlaştırılmış, Kudüs’te pek çok insan bu kültürü benimsemiştir. Olimpiyatlarda yarışan sporcular Yahudiliğin örtünme kuralını hiçe sayarak yarışlara Yunanlar gibi çıplak halde çıkıyorlardı. Yahudiliğin en temel kurallarından olan sünnet onlar için bir kusur ve utanç vesilesi olarak algılanıyordu ve pek çok Yahudi genç bu kusurlarını saklamak için cerrahlara başvuruyorlardı. Yarışlarda bir Yunanlı’dan farklı görünmeme adına çocuklarını sünnet ettirmeyenlerin sayısı hayli kabarıktı. Selefkiler zamanında zirve noktasına ulaşan Helenleştirme siyaseti, Yahudi toplumunu rahatsız edici boyutlara ulaşmıştı ve Kudüs sürekli ufak çaplı ayaklanmalara sahne oluyordu. M.Ö. 168’de III. Antiokus mabedi kontrol altında tutmak için, mabedin güney duvarının hemen yanında bir kale/Akra/Akrapolis inşa ettirmiştir. O döneme ait kaynaklardan I. Makkabiler ve Josephus bu kale hakkında bilgi vermişlerdir. Bu kalede Selefkiler’in bölgedeki garnizonu da bulunmuştur. M.Ö. 141’de Simon Makkabi tarafından teslim alınarak yıktırılan bu kale, 2015’te İsrail’li arkeolog Daron Ben Ami’nin yöneticiliğindeki ekip tarafından keşfedilmiştir. Selefkiler dönemi Yahudiler arasında sadece dinsel bir yozlaşma dönemi olarak kalmamış, siyasal yozlaşma da beraberinde gelmiştir. Bu dönemde Kudüs’te yöneticiler arasında makam uğruna iç çatışmalar alevlenmiş, imparatora rüşvet vererek mabet yöneticiliğine gelme girişimleri gerçekleşmiş, bu amaçla mabedin hazinesi defalarca yağmalanmıştır.

Haşmoniler Döneminde Kudüs

Yahudiler Yunan yönetimine pek çok kez başkaldırdığı için M.Ö. 168’de Selefki imparatoru Antiokus IV. Epifanes Kudüs’e saldırmıştır. Onun şehri yakıp yıktığı, mabedin hazinesini yağmaladığı, hayvanlarla birlikte kadın ve çocukları da kendisiyle götürdüğü, Kudüs halkını zora sokacak vergi tahsiline tabi tuttuğu rivayet edilir. Bununla da kalmayarak Kudüs ve diğer şehirlerde halkın Yunan putlarına tapmalarını emretmiştir. Bu talebi karşılık bulmayınca sert politikalar uygulamış, Şabat kutlaması, sünnet ve kurban gibi temel dini ritüelleri yasaklamış, mabedi Yunan tanrısı Jüpiter’in tapınağına dönüştürmüştür. Bu uygulamalarında ona, rüşvetle mabedin yöneticiliğine gelen başkohen Jason’un da destek verdiği rivayet edilmiştir. M.Ö. 167’de Selefki askerleri Kudüs yakınlarında Modiin kasabasındaki Yahudilere Yunan tanrılarına tapınmayı dayatmış, insanlar için ikna edici olsun diye din adamı olan Haşmoni ailesinden Matatyahu ben Yohanan bu heykellere tazim etmeye zorlanmıştır. Bunu reddeden Matatyahu’nun, emri ileten askeri ve mabetteki putlara kurban sunmak isteyen bir Yahudiyi öldürmesi, isyanın işaret fşeği olmuştur. Ayaklananlar gerilla savaşı vererek birkaç yıllık mücadelenin ardından Selefkiler’i kovmuş ve mabedi Yunan ilahlarının heykellerinden temizlemişlerdir. Bu savaş Yahudi tarihinde Makkabiler ayaklanması olarak bilinmektedir. M.Ö. 164’te kazanılan zaferin ardından, Yehuda bir asırdan daha fazla bir süre (M.Ö. 37’ye kadar) bazen özgür bazen özerk şekilde Haşmoniler hanedanı tarafından yönetilmiştir. Hanuka Bayramı’nın tesisinin de sebebi olan bu zafer, mabedi daha önemli ve merkezi bir konuma getirmiş, bu nedenle de Kudüs ayrıcalıklı bir mahiyet kazanmıştır. Kudüs’ün bu dönemde önem kazanmasında sadece dini merkez değil aynı zamanda civardaki toprakları da ele geçirip oradakileri zorla Yahudileştiren güçlü Yehuda Devleti’nin başkenti olması da rol oynamıştır. Haşmoniler döneminde Kudüs batıya doğru büyümüş ve şehirde pek çok imar ve inşa faaliyetleri yapılmıştır. Şehrin batıya doğru bu büyümesinin sebebi, sadece elit ve aristokrat kesimin oturduğu bir mahalle kurmaktı. Simon ve I. Hirkanuş zamanında Siyon tepesinin batı yakasında kurulan ve surla çevrelenen bu mahalle, Mabed Tepesi’ne yukarıdan baktığı için Yukarı Şehir (Upper City) olarak adlandırılmıştır. Yukarı Şehir’deki evler Helen tarzında yapılmıştı ve burası tipik bir Helen kenti/polis idi. Görünen o ki Haşmoniler Helenizmi kendi tarzlarına uydurarak özümsemişlerdir. Eldeki veriler Yukarı Şehir hakkında detaylı bilgi vermese de, bu Helen mahallesinin Kudüs’ün o dönemki şehir hayatında çok önemli bir yeri olduğu söylenebilir. Haşmoniler dönemine denk düşen M.Ö. II. yüzyılın sonlarından itibaren Yahudiler arasında teolojik görüş farklılıkları meydana gelmiş, Sadukiler ve Ferisiler adlı iki mezhep ortaya çıkmıştır. Bu iki mezhep Kudüs’teki tapınağı kontrolleri altında tutmaktaydılar. Bu ayrışma dini zeminde ortaya çıksa da aslında siyasi görüş ihtilafların bir sonucuydu. Sadukiler devletçiliği esas alıp Yahudilerin siyasi varlığının bir şekilde devamını sağlamayı hedefedikleri halde, Ferisiler için dini ve kültürel kimliğin yükselmesi öncelikli olmuştur. Ferisiler, Yunanlara tavizler verip siyasi arenada var olmayı reddederek dini kimliğin muhafazası ve geliştirilmesiyle başarıya ulaşma taraftarı olmuşlardır. Yahudilerin geleneksel yönetici ve aristokrat kesimini temsil eden Sadukiler statükoyu korumaya çalışıp Roma ile iyi geçinme yanlısı iken Ferisiler yaygın halk kitlelerini temsil etmekte ve Roma’ya karşı çıkmayı savunmaktaydı. Sadukiler’in aksine Ferisiler’in inanç dünyasında kader ve tevekküle, meleklere ve ahiret hayatına ilişkin konularda detaylara yer verilmekteydi. İnanç meselelerindeki bu farklılık aslında Ferisiler’in siyasal dünya görüşünü destekleyen fikri arka planın yansıması idi. Her iki mezhebin temsilcileri Süleyman tapınağında halkı etkilemeye çalışıyorlardı. Yahudi halkını mabetten yöneten bu hahamlar güruhu, Sanhedrin adlı bir yüksek mahkeme kurumu tesis etmişlerdi ve bu yolla halk üzerinde egemenliklerini sürdürüyorlardı. Halk arasında Ferisiler’in popülaritesi oldukça yüksek olduğu gibi Sanhedrin’de de sayıca üstünlük onlardaydı. Dolayısıyla bu dönemde Kudüs halkı daha çok Ferisiler’i dinlemekteydi.

Pompey’in Kudüs’ü Ele Geçirmesi

M.Ö. 70’li yıllarda Yahudi yöneticilerin siyasi çekişmeleri neticesinde Haşmoni hanedanı zayıf düşmüştür. Bu zafyet Roma’ya Kudüs’ü işgal etme imkânını vermiş, M.Ö. 63’te askeri ve siyasi lider Pompey Kudüs’e saldırarak 3 aylık kuşatmanın ardından Kudüs’ü ele geçirmiştir. Şehri ele geçirdikten sonra mabedi hedef almış ve şehir halkından da pek çoğunu katletmiştir. Bu zamana kadar ‘Hieroslyma’ olan şehrin adı ‘Hierosolyma’ olarak söylenmeye başlanmıştır. Roma’daki yönetim boşluğu, Haşmoni hanedanı üyelerinin özerk bir şekilde şehri yönetmeye devam etmesine fırsat vermiştir. Pompey’in Kudüs’ü ele geçirmesinden şehrin Müslümanlar tarafından fethine kadarki süreçte, Kudüs üç tarihsel kırılma anı yaşamıştır. Bunlardan birincisi Pompey ile başlayıp M.S. 70’te Titus’un II. Mabedi yıkması ile nihayetlenmiştir. İkincisi, şehrin yerinde Aelea Kapitolina adıyla pagan bir şehir olarak kurulan yeni Helen şehrinin kaim olduğu dönemdir. Bu evre, Bizans’ın Hristiyanlığı benimsemesi ile son bulmuştur. Şehirde Hristiyan inancının hakim olduğu üçüncü evre ise, şehrin 638’de Müslümanlar tarafından fethedilmesiyle tamamlanmıştır. Pompey’in Kudüs valisini Yahudiler ilk başta kabullenmiş ama daha sonra ayaklanmışlardır. Bunun üzerine geri dönen Pompey şehir duvarlarını yıktırmış, şehirdeki pek çok binayı yerle bir etmiş ve Yahudileri Roma’ya ve imparatora her gün kurban sunmaya zorlamıştır. Partlar’la savaşı fnanse etmek için Marcus Licinius Crassus M.Ö. 54’te mabedin hazinesini yağmalamış, bu durum halkın milliyetçi şuurunun canlanmasına sebep olmuştur. Julius Caesar zamanında (M.Ö. 49) Yahudiler kısmen rahata kavuşmuşlardır. Bu sükûnetli ortam Edomlu I. Antipater (M.Ö. 46) zamanında da devam etmiş, fakat onun ölümünden sonra Edomlular ile Yahudiler arasında şiddetli çatışmalar başlamıştır. Persler M.Ö. 40’ta çatışmalardan zayıf düşen Kudüs’ü ele geçirmişse de burayı iki yıl ellerinde tutabilmiş, M.Ö. 38’de Romalılar yeniden şehri onlardan almışlardır.

Kudüs’te Büyük Herod Dönemi

M.Ö. 37’de Roma, Kudüs’teki iç çatışmaları durdurabileceğine inanılan Büyük Herod’u buraya vali olarak atamış ve Haşmoni yönetimi tamamen sonlandırılmıştır. Büyük Herod dönemi Kudüs için canlanma dönemi ve altın çağ olarak tarihe geçmiş, Kudüs gelişmesinin en zirve noktasına ulaşmıştır. Onun zamanında şehrin nüfusunun 20.000 ile 50.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bölgeyi Roma adına yönetse de, onun kendi adına para bastırdığı rivayet edilir. Edom kökenli olup sonradan Yahudiliğe geçen Herod Romalılar ile Yahudilerin arasını bulmaya gayret etmişse de bu arzusunda başarılı olamamış, otoriter tavırları nedeniyle halk onu benimsememiştir. Toplumsal istikrarı sağlamak amacıyla o, ayaklanmalara öncülük edenlere, Makkabiler’e ve Ferisiler’e divan tutmuş, Sanhedrin’in yetmiş bir üyesinden kırk beşini idam ettirmiş, halkla bir türlü barışamamıştır. Herod Kudüslüler’e şiddetli davransa da bazen yardımcı da olmuştur. Örneğin sert tutumu dışında, şehirde açlık ortaya çıkınca insanlara kendi hazinesinden para ve buğday dağıttığı ve “Büyük” lakabını bu yüzden aldığı rivayet edilir. Herod döneminde Kudüs’te saymakla bitmeyen inşa ve imar işleri yapılmış ve bunların izleri günümüze kadar gelmiştir. Arkeolojik bulgular ve tarihi kaynaklar onun Kudüs’te yaptırdığı görkemli yapılarla ilgili detaylı bilgi vermektedir. Bu faaliyetleriyle o Kudüs’ü eski dünyanın parlak şehirlerinden biri haline getirmeyi başarmış; onu, gözlerden uzak bir kale şehrinden mimari deha ve Roma metropolü haline getirmiştir. Başlattığı inşaat dalgası ölümünden sonra da devam etmiştir. Yapım tarzı, ebadı, süslemeleri ile tamamen Yunan üslubunu anımsatan bu yapılarla onun, Kudüs’ü bir Helen şehrine dönüştürmeyi ve böylece Romalı yöneticilerin gözüne girmeyi hedefediği ifade edilir. Kudüs’ün Yukarı Şehir diye adlanan zenginler mahallesinde süslü binalar, köşkler ve saraylar yapılmıştır. Herod’un kendisi ve baş kohen de dahil olmak üzere şehrin elitleri burada oturuyordu.

Bu yapılar sayesinde şehir hayatında eskiden emsali görünmemiş ölçüde değişiklik meydana gelmiş, yüzölçümü 400 dönümden daha fazla büyüyen Kudüs olimpiyatlara ve imparatorun şerefne tertip edilen oyunlara ev sahipliği yapmıştır. Herod günümüzde Davut Kulesi olarak bilinen kuleyi ve daha birkaç kuleyi inşa ettirmiş, Haşmoniler zamanındaki kuleleri de tamir ettirmiştir. Herod’un Kudüs’te yaptırdığı en önemli iki yapı, mabet ile kendi sarayıdır. O mabedi büyüterek tekrar inşa etmiş ve çevresini de duvarla çevirmiştir. Günümüzde Müslümanların Burak Duvarı, Yahudilerin Batı Duvarı veya Ağlama Duvarı diye isimlendirdikleri bu yapı, Herod’un yaptırdığı bu dış duvarın kalıntısıdır.  

II. Mabed’in Yıkılmasından Önce Kudüs

M.Ö. 4’te Herod ölmüştür. Hz. İsa onun zamanında doğmuştur. Roma imparatoru, Herod’un yerine oğlu Herod Archelaus’u atamıştır. Ne var ki bundan sonra bölgede ayaklanmalar hiç dinmemiştir. O dönemde Kudüs artık çok karışık ve sıkıntılı olduğu için yeni yönetim resmi ikametgâh yeri olarak Caesarea şehrini seçmiş, Kudüs’te çok kalabalık olmayan bir askeri birlik bırakmıştır. Yönetim şehri değişse de Kudüs Yahudiler için hâlâ baş şehir olarak algılanmaktaydı. M.S. 26-36’da Yehuda eyalet valisi Pontius Pilatus mektuplarında, Kudüs’te mabetteki hahamların sahtekâr, hileci, kendi çıkarları için değerli değersiz her şeyden vazgeçmeye hazır olduklarını, Kudüs’ün fitne ve entrikalar yuvası olduğunu yazmıştır. Hz. İsa’nın tebliği Pilatus dönemine tesadüf etmiştir. Yahudiler Pilatus döneminde sıklıkla isyan etmiştir. Pilatus’dan sonra Kudüs valisi, Büyük Herod’un torunu Herod Agrippa olmuştur. Onun döneminde (M.S. 37-44) şehir çok gelişmiştir. Gösterişli köşkler ve saraylar, lüks galeriler, büyük salonlar inşa edilmiş, şehrin kuzeydoğu kısmında Bezeta isminde yeni bir mahalle kurulmuştur. Agrippa III. Duvar adıyla bilinen yeni surun yapımına başlamış, fakat surun yapımı Roma’nın emriyle durdurulmuştur. III. sur Yahudi fanatikler (Kannaim) tarafından M.S. 67- 69’da bitirilmiştir. Bu sur Kudüs’te Golgota adıyla bilinen semti çevrelemiştir. Roma imparatoru ondan bu inşa işlerini sınırlandırmasını talep etmiş, özellikle de surları yapmasını istememiştir. Agrippa’dan sonra gelen valiler zamanında Kudüs’te sürekli ayaklanmalar yaşanmıştır. Yahudiler sadece Romalılarla çatışma içerisinde olmamış, komşuları olan Edomlular, Araplar ve Samiriler’le de zaman zaman savaşlara girmişlerdir. Ayrıca Yahudilerin kendi içlerinde de anlaşmazlıklar bulunmakta ve yoksul halk ile zengin din adamları arasında çatışmalar cereyan etmekteydi. M.S. 65’te vali olarak atanan Gessius Florus zamanında sadece Kudüs’te değil Yehuda’nın diğer şehirlerinde de lokal ayaklanmalar yaşanmış ve bu isyanlar birbirini besler nitelikte olmuştur. Bu isyanlara son vermeye karar veren İmparator Neron, Vespasian komutasında bölgeye 60.000 düzenli asker ve ilaveten gönüllü gruplardan oluşan güçlü bir ordu göndermiştir. Vespasian şehre yaklaştığı sırada Kudüs’te Yahudi fanatikler (Kannaim) arasında iç savaş çıkmış ve şehrin kontrolü Eleazar ben Simon, Simon bar Giyora ve Edomlular’ın desteklediği Guş-Halav’lı Yohanan ben Levi liderliğinde üç farklı grubun elinde bölünmüştür. Pesah bayramı sırasında Eleazar liderliğinde Yahudiler mabette ibadet ederken Yohanan ve adamları mabede saldırarak onların çoğunu katletmiş ve mabedi ele geçirmiştir. Bu sırada Simon’un adamları da şehirde terör havası estiriyorlardı. Fanatikler arasındaki bu iç çatışma sebebiyle Kudüs’te ölü sayısının on bini aştığı rivayet edilmektedir. Neron’un ölümü ve kendisinin imparator seçilmesi üzerine Vespasian isyanı bastırmadan geriye dönmüş ve orduyu oğlu Titus’un komutasına vermiştir.

Kudüs’ün Düşüşü

M.S. 70 Nisan ayında Pesah bayramı sırasında Titus şehri kuşatmış, ikametgah olarak şehri rahatça gözleme imkanı veren ve surların 1300 metrelik mesafesinde olan Cebel-i Meşarif/Scopus/Gözlem Dağı’nı seçmiştir. Şehirdeki hizipler kendi arasında savaşırken Titus’un ordusu şehrin duvarlarının önünde ordugâh kurmuştur. Titus saldırıya şehrin savunmaya karşı en zayıf tarafı olan kuzey tarafından başlamıştır. O, önce kapıları açıp teslim olma çağrısı yapsa da ret cevabı almış, bunun üzerine mancınıklardan attığı büyük taşlarla şehri ve duvarları tahribe başlamıştır. Fanatikler gizli kapıdan dışarıya çıkıp bu mancınıkları yakıyor, büyük bir cesaretle savaşarak Roma ordusuna ciddi zayiat veriyorlardı. Yahudiler teslim olmaya yanaşmasalar da şehirde açlık ve hastalık günbegün artıyordu ve ölü sayısı yükselmekteydi. Ölü kayıtlarından sorumlu sadece bir memurun 115.880 ölüyü kayda aldığı nakledilmiştir. Rivayete göre surdan dışarıya atılan cesetler Kidron ve Hinnom vadilerini doldurmuştu. Ancak Yahudiler büyük bir metanetle direnmekteydiler. Bu direniş karşısında Titus, duvarlara tırmanıp şehre girebilenlere büyük ödül vaat etmiştir. Yirmi dört Roma askeri bir gece vakti duvarları tırmanıp şehre girmeyi başarmış, böylece Antionio Kalesi ele geçirilmiştir. Bir gece Romalı bir asker mabedin kuzey tarafındaki pencereden içeriye ateş fırlatmış, Yahudiler ateşi söndürmeye çalışsalar da çabaları sonuçsuz kalmıştır. Böylece II. Mabet tamamen yanmıştır. Yahudi kaynakları bu günün, acı olayların baş vermesi sebebiyle Yahudi tarihinde matem günü olan Tişa be-Av/(9 Ağustos) olduğunu yazarlar. Mabet yandıktan sonra Yahudiler yine direnmeye çalışsalar da Roma ordusu savaşı kazanma şevkiyle önüne geleni silip süpürmüştür. 8 Eylül 70’te Kudüs tamamen Titus’un eline geçmiştir. Titus şehir halkını esir etmiş; bazılarını askeri hizmetlerde kullanmak, bazılarını gladyatör olarak arenada yırtıcı hayvanlarla veya diğer gladyatörlerle savaştırmak, bazılarını da madenlerde ağır işlerde çalıştırılmak üzere Roma’ya köle olarak satmıştır. Kudüs yağmalanmış, mabette ve sarayda değerli eşyalara el konulmuş, insanlar şehirden kaçmış veya esir olarak götürülmüştür. Bununla da Yahudi tarihinde II. Mabet dönemi sona ermiştir.

Roma Dönemi: Aelea Kapitolina

Yahudi ayaklanmasını yatıştırmak için M.S. 70’te Titus komutasındaki Roma ordusunun Kudüs’e saldırısı, şehirdeki yaşamı sonlandırmıştı. Bu sırada Kudüs’te Hristiyanların lideri olan Simon ve dindaşları Ürdün’ün batısında Roma’nın inşa ettiği on şehirden (Dekapolis) biri olan Pella kasabasına kaçmıştı. Savaş bittiğinde Kudüs yı kılmış, mabet yerle bir edilmiş, şehir halkı etrafa dağılmış, şehirde sadece Roma ordusu kalmıştı. Yaklaşık on yıl sonra şehre geri dönüş başladığında önce Hristiyanlar, onların ardından Yahudiler Kudüs’e dönmüşlerdir. Romalılar, Roma’da yapılacak Jüpiter tapınağında kullanılması için Kudüs’te ve civarında yaşayan 20-50 yaş aralığındaki Yahudileri Fiscus Judaicus/Yahudilik vergisi vermeye zorlamışlardır. Bu durum Yahudileri oldukça rahatsız etmiş, dolayısıyla zaman zaman ayaklanmalar yaşanmıştır. Bu ayaklanmaların nispeten daha büyük çaplısı, M.S. 106’da İmparator Trajan zamanında, Yahudilerin Kudüs’ün yönetimini ele geçirerek mabedi yeniden inşa edecekleri umuduyla baş göstermiştir. Ancak Roma bu isyanı bastırmıştır.  Kudüs’teki nihai Yahudi ayaklanması İmparator Hadrian zamanında (117-138) gerçekleşmiştir. Kaynaklara göre, Hadrian yönetime başladığında Yahudiler hakkında olumsuz kanaate sahip olmamış ve onlarla iyi ilişkiler kurmaya dikkat etmiştir. Üstelik o, Yahudilerin Kudüs’e dönebilmesi için imkanlar sağlamış ve onlara mabedin yeniden inşası hususunda söz vermiştir. Ne var ki Samiriler tarafından düşündüklerinin tam tersine ikna edilince, Yahudilerle arası bozulmuştur. Bunu takiben Hadrian, şehri Helenizm kültürü ile bir Roma şehri olarak inşa etmeyi planlamıştır. Yahudiler bu durum karşısında Kudüs’te bulunan ufak bir muhafız alayını kolaylıkla yenebileceklerini düşünerek Roma ordusuna saldırılar düzenlemiş ve ciddi zayiatlar vermişlerdir. Hadrian 130 yılından itibaren Yahudilerin Roma’ya karşı direnişini kırmak için çok sert kararlar alarak, sünneti ve şabat kutlamayı yasaklamıştır. Terörle mücadele etmek için Hadrian Kudüs’e ilave lejyoner alayı konuşlandırmış ve Yahudilerin mabedinin enkazı üzerinde Roma baş tanrısı Jüpiter için bir tapınak inşa edilmesini emretmiştir. Bunun üzerine 132’de Bar Kohba İsyanı diye adlanan büyük çaplı bir Yahudi ayaklanması başlamıştır. Şimon bar Kohba liderliğinde başlayan bu isyan kısa sürede önemli başarılar elde etmiş, Romalılar şehirden kovulmuş ve Kudüs ele geçirilmiştir. Bar Kohba ve taraftarları Romalıları kıyı bölgelerine kadar püskürtmüş, böylece iki taraf arasında deniz savaşları yaşanmıştır. İsyancılar elde ettikleri bağımsızlıklarına istinaden Bar Kohba adına sikkeler bastırmıştır. Diğer taraftan Hadrian en seçme ordularını ve en başarılı komutanı Julius Severius’u isyancılar üzerine gönderince durum tersine dönmüş, Bar Kohba ve taraftarları Kudüs’ü bırakıp şehrin güneydoğu tarafında bulunan Betar kasabasına kaçmıştır. Severius 135’te Betar’daki nihai savaşta isyanı bastırmayı başararak Bar Kohba’yı ve taraftarlarını öldürmüştür. Betar’daki tüm Yahudilerin katledildiğinden emin olmak için ölülerin altı gün sonra gömülmesine izin verildiği nakledilmektedir. Açlık ve hastalıktan ölenler istisna olmak üzere, bu savaşta 580.000 civarında Yahudi öldürüldüğü rivayet edilir. Yahudi kaynaklarında isyanın bastırıldığı günün, Yahudi takviminde matem tarihi olan Tişa be-Av/9 Ağustos olduğu yazılır. Bu tarih, I. ve II. Mabed’in de yıkıldığı tarih olup Yahudi geleneğinde bir yas günü olarak nam salmıştır.

Romalılar Kudüs’teki diğer Yahudileri ya köle olarak satmış ya da Mısır’a sürmüş, şehri Yahudilerin hafızasından kazımak amacıyla tamamen yıkmış ve hiçbir iz kalmaması için toprakları sabanla sürmüşlerdir. Bununla da Yahudi peygamberi Mika’nın kehaneti gerçekleşmiştir: “Siyon tarla gibi sürülecek sizin yüzünüzden. Taş yığınına dönecek Kudüs. Mabedin kurulduğu dağ çalılarla kaplanacak.”  Hadrian Yahudilerin şehre girmelerini yasaklamış, yasağı delenlerin idam edileceğini belirtmiştir. O aynı amaçla bölgenin adını bile değiştirmiş, İsrailoğulları’nın sevmediği Piliştiler’in adıyla adlandırmış Yehuda artık (Suriye-) Filistin olmuştur. Kudüs düştükten sonra Yahudilerin yaşamı kuzeydeki Celile şehrine kaymıştır. Keza bu ayaklanma Yahudiler gibi İbrani kökenli Hristiyanların da Kudüs’teki sonunu getirmiştir. Belirtilmelidir ki Hadrian dönemine kadar Kudüs’teki Hristiyanlar Yahudi şeriatına bağlıyken sonrasında İsrailoğulları soyundan gelen herkesin şehirde barınması yasaklandığı için Kudüs’te artık Pavlus öğretisinde olan şeriattan uzak Hristiyanlar yaşamaya başlamıştır. Nitekim Hadrian döneminde Hristiyanlığın sosyolojik olarak henüz Yahudilikten tam ayrılmadığı ve Yahudi Hristiyanlar/Ebiyonitler diye adlanan bir grubun hala Yahudi töresini sürdürmek te olduğu bilinmektedir. Hadrian şehrin tamamen Helen kültürüne girmesini sağlamak için Tevrat okuma, Şabat’ı gözetme, sünnet olma, dini mahkemelere başvurma, sinagoglarda toplanma vs. gibi Yahudiliğe ait kalıntıları yasaklamış, bu tedbirler Hristiyanlığın Yahudilikten ayrılma sürecini de hızlandırmıştır. Keza Hadrian Hristiyanlara da oldukça katı davranmış ve Kudüs’te sadece İsrailoğulları soyundan gelmeyen Hristiyanların kalmasına izin vermiştir. Bu dönem itibariyle şehirde şeriata bağlı olmayanların yaşaması ve imparatorluğun da hamleleriyle Kudüs bir pagan şehrine dönüşmüştür. Aelea klanına mensup olan Hadrian, hem kendi soyunu ebedileştirme hem de şehri Roma’nın baş tanrısı Jüpiter’e armağan etme adına her iki adı bir araya getirerek Kudüs’ü “Aelea Kapitolina” olarak adlandırmıştır. Aelea Kapitolina eski Kudüs’ün harabeleri üzerinde tipik bir Helen şehri tarzında inşa edilmiş, buradaki enkaz inşaat malzemeleri de yeni şehrin inşasında kullanılmıştır. Aelea Kapitolina olarak adlandırılan bu yeni şehir eski Kudüs’ten çok küçük olup bir nevi bir Roma askeri şehri niteliğinde kurulmuştur. Hadrian mabet bölgesinde pagan tapınağı yapmış ve buraya Jüpiter heykelini, bir rivayete göre ise kendi heykelini dikmiştir. Bazı kaynaklara göre Jüpiter Tapınağı mabedin zemini üzerinde değil, merkezi konumundan dolayı Golgota Tepesi’nin üzerinde yapılmıştır. Arkeolojik kazılarda Aelea Kapitolina’nın bazı kalıntılarına rastlanmışsa da bu veriler şehrin yapısı ve şehirdeki yaşam hakkında detaylı bir tablo çizmek için yeterli değildir. Bulgular, Hadrian’ın bu yeni kurduğu şehri eski Kudüs’ün enkazından kalan malzemeleri kullanarak yaptığını ortaya koymaktadır. Nitekim araştırmalar da topraktan çıkarılan taş ve kayaların da şehrin inşasında kullanıldığını göstermektedir. Şehir tipik bir Roma şehri gibi dörtgen planında yapılmıştır. Romalılar Aelea Kapitolina’da pek çok sayıda kule, tapınak, köşk, su kanalı, sarnıç, yol, köprü, kemer, tiyatro inşa etmişlerdir. Bunlar 614’te Persler’in şehre saldırısı zamanında imha edilmiş ve tahribat nedeniyle günümüze ulaşmamıştır. Diğer taraftan Aelea Kapitolina siyasi olarak Akdeniz kıyılarındaki Kayseriye şehrine bağlı olmuştur. 135-330 yılları arasında Aelea Kapitolina insanların çok da merak ettiği bir şehir değildir. Şehri ziyaret edenler ve anlatan tarihçiler olmamıştır. Dolayısıyla şehrin bu dönemi hakkında detaylı bilgi bulunmamaktadır. Bu durum aslında Kudüs’e yaramıştır; şehir 614’te Perslerin saldırısına kadar huzur ve asayiş içerisinde yaşamıştır. Roma’nın IV. yüzyılda Hristiyanlığı kabul etmesi ile Kudüs artık bir Hristiyan şehrine dönüşmüştür. 312 yılında İmparator Konstantin Kudüs’e girmeleri yasaklanan Yahudilere sadece Tişa be-Av gününde şehre bir günlüğüne gelip yas tutmalarına izin vermiştir. Kaynaklara göre o zamana kadar Yahudiler mabet tepesine yaklaşamayınca, ona en yakın yer olan Zeytindağını ziyaret etmiş, buradan harabesi kalmış mabedi seyretmişlerdir. O zamana kadar yeraltı dönemi yaşayan Hristiyanlar için de Kudüs’ün önem kazanması, IV. yüzyılın ortalarında hac ibadetinin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Bu ara zaman diliminde ufak bir kasaba olarak kalan Kudüs’ü Hristiyanlar dini açıdan ehemmiyetli görmemiş, onun öneminin İsa Mesih’te vücut bulduğuna inanmışlardır. Onlar için yeryüzündeki Kudüs yerini Tanrının krallığındaki semavi Kudüs’e bırakmıştır. Roma’nın IV. yüzyılda Hristiyan olması ile işler değişmiş, hac ibadeti ortaya çıkmış ve Mesih’in ömrünün son demlerini yaşadığı Kudüs Hristiyanlar için ehemmiyetli bir şehre dönüşmüştür. Bizans imparatorları şehre ehemmiyet vermiş, buranın imarına çalışmışlardır. Kaynaklar, Yahudilerin de şehri sahiplenmeye çalışmaları hususunda bilgi vermektedir. İmparatoriçe Eudocia 438’de Kudüs’ü ziyarete giderken yolda onunla görüşebilen Yahudi din adamları Yahudilerin de Kudüs’e girmelerine izin alabilmiştir. Bu haberi Diaspora’daki Yahudilere de duyurunca 100.000’den fazla Yahudi şehre gelmiştir. Ancak Kudüs’teki Hristiyanlar bu duruma karşı çıkınca yasak yine devam etmiştir. Dolayısıyla IV-VII. yüzyıllarda Bizans imparatorluğunun önemli şehirlerinden biri olan Kudüs, Müslümanların şehri fethetmesine kadar bir Hristiyan şehri olmuştur.

Kaynak
İlim Yayma Vakfı

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu