Kudüs Tarihi

Üçüncü Arap-İsrail (Altı Gün) Savaşı (1967)

1964’te FKÖ’nün kurulması ve Suriye’de Arap milliyetçiliği ile sosyalizme dayanan Baas Partisi’nin 1963’te darbeyle iktidara gelmesi, bunalımı yeniden başlatmıştır. Nasır’ın Sina’da konuşlandırılan BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini istemesi ve oraya asker yığması ve ayrıca Mayıs 1967’de Akabe Körfezi’ni deniz ulaşımına kapatması, İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan’ı harekete geçirmiştir. Yine mayıs ayında başlayan Suriye-İsrail gerginliği, Gazze ve Sina’yı işgal etmek isteyen İsrail için iyi bir fırsat olmuştur. 5 Haziran 1967’de ilk defa Arap düzenli orduları ile İsrail birlikleri karşı karşıya gelmiş; Mısır hava kuvvetlerini ani bir saldırıyla imha eden İsrail, Suriye ve Ürdün’e de saldırmıştır. İsrail, Arap ülkeleri arasındaki iletişim kopukluğu ve çıkar ayrılıklarını çok iyi değerlendirerek Filistin topraklarının geriye kalan %22’sini (yani 1949’dan beri Mısır ile Ürdün’ün kontrolünde bulunan Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze), Mısır topraklarının %6’sını (Sina Yarımadası), Suriye topraklarının %1’ini (Golan Tepeleri) işgal etmiştir. Altı gün süren bu savaşla İsrail, kendi kontrolündeki toprağı üç kattan daha fazla arttırmış ve üstelik stratejik derinliğe kavuşmuştur. Müslümanlara ait kutsal mekânlarla birlikte Kudüs’ün tamamı İsrail’in eline geçmiştir. Ancak İsrail’in işgali, BM Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihinde oy birliğiyle aldığı, savaş yoluyla toprak kazanımının kabul edilemeyeceğini öngören 242 sayılı kararına aykırıydı.

Arap ülkeleri 242 sayılı karara göre İsrail’in işgal ettiği tüm topraklardan geri çekilmesi gerektiğini savunurken, İsrail buna karşı çıkmıştır. 1967 Savaşı’nda 300.000’e yakın mültecinin Şeria Nehri’nin doğusuna geçmesiyle Ürdün, en fazla Filistinli mülteciyi barındıran ülke hâline gelmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin, işgal edilen topraklarda halka insani muamele yapılması ve yurtlarına dönmek isteyenlere izin verilmesi yolunda aldığı 14 Haziran 1967 tarihli ve 237 sayılı kararı uygulanmamıştır. Böylece mültecilerin sayısında yarım milyona yakın bir artış meydana gelmiştir. 1967 Savaşı’ndan hemen sonra Sudan’ın başkenti Hartum’da toplanan Arap liderleri meşhur “üç hayır”ı ilan etmişlerdir: İsrail’le barışa hayır, İsrail’i tanımaya hayır, İsrail’le görüşmeye hayır. Ancak bir aradayken bu “hayır”ları söyleyen Arap ülkelerinden üçü (Mısır, Suriye, Ürdün) perde arkasında İsrail’le görüşmeleri çoktan başlatmıştır. Bu üç ülkenin ortak özelliği, İsrail’den geri almaları gereken topraklarının olmasıdır. Nitekim işgalle birlikte Mısır, Sina’nın petrolünden ve Süveyş Kanalı’nın gelirlerinden; Suriye, Golan’ın sularından ve verimli arazilerinden; Ürdün ise Harem-i Şerif gibi kutsal ve tarihî mekânlardan mahrum kalmıştır.

1967 Savaşı, İsrail’e yönelik Arap politikasını şekillendiren tarihî olayların başında gelmektedir. Arapların en-Nakba dedikleri ve onları İsrail’in varlığı ve mülteci problemiyle karşı karşıya bırakan 1948 Savaşı bile bu anlamda gölgede kalmıştır. O güne kadar İsrail’i haritadan silmeye kilitlenmiş olan Arap ülkeleri, 1967 Savaşı’yla birlikte savunmaya geçmiştir. Çünkü 1948 Savaşı’nda Arap ülkelerinin hiçbiri toprak kaybetmemiş, bu anlamda sadece Filistinliler zarar görmüştür. Tarihî vatanlarının dörtte üçünü İsrail işgal ederken, Filistinlilerin kalan toprakları da Ürdün ve Mısır rejimlerinin egemenliğine girmiştir. Buna karşılık 1967 Savaşı’nda Ürdün, Mısır ve Suriye’nin kaybettikleri toprakları geri alma çabaları, sonraki dönemin temel Arap politikasını belirlemiştir: 242 sayılı BM kararı çerçevesinde İsrail’le barış karşılığında topraklarını geri almak. 1967 Savaşı’nın bir diğer önemli sonucu ise Arap milliyetçiliği ve seküler-devrimci çizgideki Nasırcılığın hezimeti karşısında Filistin milliyetçiliğinin ve Filistin direniş hareketinin yükselişe geçmesidir. Bu anlamda Filistinli direniş grupları bir araya gelerek “silahlı mücadele”nin gereği üzerinde durmaya başlamışlardır. Arap ordularının Altı Gün Savaşı’ndaki yenilgilerinin akabinde elde edilen Karameh zaferi (1968) ile el-Fetih, uzun süredir gerilla savaşını savunanların alternatifi hâline gelmiştir. Arafat, Nasır’ın da onay vermesiyle 1969’da FKÖ’nün başına geçmiştir.

Aynı tarihlerde, 21 Ağustos 1969’da, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın, Mesih’in gelişini hızlandırma iddiasındaki Avustralyalı Evanjelik bir Hristiyan tarafından yakılma girişimi İslam dünyasının tepkisine yol açmıştır. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu İslam ülkeleri 22-25 Eylül 1969’da Fas’ta düzenlenen Rabat Zirvesi’nde ilk defa bir araya gelmiştir. Bu zirvede İsrail’in Kudüs’ten çıkması ve 1967 öncesi statüsüne geri dönmesi istenirken, İslam Konferansı Teşkilatı adlı yeni bir yapılanmanın da temeli atılmıştır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu