Eyyubiler Döneminde Kudüs

Selahaddin Eyyubi Dönemi
İslam’ın ilk kıblesi Kudüs 637/8 yılından 15 Temmuz 1099 tarihine kadar Müslümanların hakimiyetinde kalmıştır. Bu süre zarfında, yaklaşık 462 yıl, Kudüs halkı nadir dönemler dışında genelde huzur içinde yaşamıştır. Fakat 1098’de Haçlıların bölgeye gelmesiyle birlikte durum değişmiştir. 15 Temmuz 1099’da şehir ele geçirildiğinde halk kılıçtan geçirilmiş, Fatımiler adına şehri yöneten Vali İftiharüddevle ve maiyeti dışında canlı çıkan kimse olmamıştı . Söz konusu vali de Davud Kulesi’nin teslimi karşılığında canını kurtarabilmişti. Haçlılar şehirdeki katliamı bitirip işgali tamamladıktan sonra Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın sınırları içerisinde bulunan yapıları kilise ve yönetim merkezlerine dönüştürerek, amaçları dışında kullanmış, böylece şehri 88 yıl boyunca yönetmişti. Haçlıların yaklaşık bir asır süren işgali boyunca bölgede yaşayan Müslümanlar büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Özellikle işgalin birinci dönemi olarak tanımlanabilecek İmâdüddin Zengi’nin (ö. 1146) Musul’a Atabey olarak atandığı 1127 yılına kadarki süreçte, Müslümanları himaye edecek kimse olmadığı için tarifsiz acılar yaşanmıştır. Önce İmâdüddin Zengi, sonrasında oğlu Nureddin Mahmud (ö. 1174) bölgede Haçlıları domine edecek bir düzen kurmalarına rağmen Kudüs işgal altında kalmaya devam etmiştir. Fakat onların mücadelesi ve oluşturdukları yapı Selahaddin Eyyubi (ö. 1193) gibi bir komutana yol haritası olmuştur. Sultan Haçlılarla mücadelenin liderliğini üstlendiğinde bazı hedefer belirlemiştir. Bunlar; bölgede Müslümanlar arasında birliği sağlamak, Kudüs’ü fethetmek ve Haçlıları bölgeden çıkarmaktı. Nitekim ilk işi de, Nureddin’den sonra bölünen Müslümanlar arsındaki birliği sağlamak oldu. Yaklaşık 12 yıl süren bu dönemde bazen Haçlılarla antlaşmalar yaparak onları pasif durumda bıraktı. 1185 yılında yaptığı antlaşma Kerek–Şevbek kontu Renaud de Chatilon (ö. 1187) tarafından bir kervana el konularak ihlal edilince ikinci hedef olan Kudüs’ün fethi süreci de başladı. 1 Mayıs’ta Safuriye’deki başarı ve 4 Temmuz 1187’de Hıttin’de elde edilen zafer, Kudüs’ün fethine giden yol oldu. Selahaddin henüz Askalan kuşatmasındayken, Kudüs’e bir heyet göndermiş, kan dökülmesini istemediğini ve onlara tanıyacağı bazı haklar karşılığında şehri kendisine telim etmelerini istemişti, fakat bu cömert teklif Kudüs’teki Haçlı liderleri tarafından kibirli bir şekilde reddedilmişti. Bunun üzerine sultan şehri kılıçla alacağına dair yemin etmişti. Kudüs surlarına at süren Sultan, 20 Eylül 1187’de şehre yakın bir noktada konakladı. Bu esnada savunmaya Balian d’Ibelin (ö. 1193) ve Patrik Heraklius (ö. 1190) liderlik etme hazırlıkları yapmaktaydı. Şehir bu esnada taşıyabileceğinden fazla nüfus barındırmaktaydı.
Müslümanların fethettiği yerlerdeki Haçlılar şehrin kutsiyetine güvenerek buraya gelmişlerdi. Müslümanlar şehrin önüne varmadan önce önemli miktarda savaşçı ve şövalye de şehri savunmak üzere gelmiş ve gerekli önlemleri almaya başlamışlardı. Müslüman tarihçiler şehirde altmış bin civarında yaya ve atlı askerin varlığından bahsetmişlerdir. Aynı şekilde savunma ile ilgili hazırlıklar öyle ileri düzeyde yapılmıştı ki Haçlılar surların üstüne bile mancınıklar kurmuşlardı. Dolayısıyla şehrin önünde karargâh kuran İslam ordusu gördüğü manzara karşısında endişeye kapılmış ve şehri fethetmenin zor olduğunu fark etmişti. Selahaddin bir yandan kuşatmayı başlatmak için hazırlıklarını yaparken diğer yandan da müdaflere son bir kez şehri teslim etmeleri için teklifte bulundu. Fakat bu teklif de reddedildi. Bunun üzerine Selahaddin ikinci kez şehri kılıçla fethedeceğine dair yemin etti. Sultanın bütün iyi niyetine rağmen Haçlılar savunma yapmakta kararlıydı. Bunun üzerine önce karargâhın yerini Zeytin Dağı civarına (Amuda Kapısı ile Sihyun Klisesinin olduğu taraf) taşıdı, ardından 26 Eylül günü saldırı başladı. İlk günkü şiddetli çarpışmalar sonucu Müslümanlar şehrin surlarına varıp lağım kazmaya başlamışlardı. Nitekim üç gün süren yoğun saldırılar sonucunda şehrin kuzey yönünde Cehennem vadisi denen yerde suru yıkmaya muvafak olmuşlardı. Bu durum şehirde kargaşanın ortaya çıkmasına sebep olmuş, müdafler surun delinen kısmını korumaya cesaret edebilecek asker bulamadığı gibi halk da galeyana gelmiş, ileri gelenlerden Selahaddin’in merhametine sığınmayı talep etmekteydiler. Balian ve patrik diğer ileri gelenlerle yaptıkları uzun tartışmalar sonunda şehri ellerinde tutamayacaklarını anlamışlar ve Selahaddin’den eman talebinde bulunmaya karar vermişlerdi. 29 Eylül’de gönderilen heyet sultandan sert bir muamele görmüş, daha önce yaptığı tekliferin reddedilmesi sonucu yaptığı yeminleri sebep göstererek gelen heyeti 1099’da yaptığınız gibi yapacağım ve kötülüğün karşılığı misliyledir diyerek geri çevirmiş, fakat bu esnada da kayıtsız şartsız bir teslimiyetin çözüm olabileceği izlenimini de vermişti. Çünkü halifeye gönderdiği mektupta oldukça iyi şartlarda antlaşma teklif edildiği söylenmekteydi. Selahaddin’in bu çıkışı Haçlıları panikletmiş, sonraki gün bizzat Balian’ın karargâha gelmesine sebep olmuştu. Balian’ın şehri yakıp yıkma tehdidi, çaresiz cesareti ve bütün taleplerinin kabul edileceği sözü üzerine sultan antlaşma yapmaya ve Haçlılara eman vermeye razı olmuştu. Buna göre antlaşma:
“Fakir ve zengin ayırımı olmaksızın erkekler için on, kadınlar için beş, erkek ve kız çocuklar için de iki dinar fidye ödemeleri kararlaştırıldı. Kararlaştırılan fidyeyi kırk gün içinde ödeyenler kurtulacak, kırk gün geçtiği halde belirlenen meblağı ödemeyenler de köle olarak kabul edilecekti.”
Kroniklerde küçük farklar olmakla birlikte antlaşmanın bu çerçevede yapıldığı anlaşılmaktadır. 27 Recep/2 Ekim günü imzalanan antlaşma sonucu şehir kılıçla alınmış gibi teslim edilecek, içerdekiler de sultanın esirleri olarak ancak fdye ile serbest kalabileceklerdi. Hz. Peygamber’in (as) miraç yolculuğuna denk gelen bu muazzam tevafuk Kudüs’ün fethini daha da anlamlı hale getirmişti. Selahaddin Eyyubi antlaşma çerçevesinde elde edilecek gelirden ziyade Kudüs’ü fethetmekle onu Müslümanların kahramanı haline getirecek olan sonuca odaklanmıştı. Nitekim on binlerce esir herhangi bir bedel alınmadan serbest bırakılmıştı. Onun merhameti günümüze kadar devam edecek Selahaddin efsanesinin oluşmasına sebep olacaktır. Selahaddin’in tavrı kendisinden önce Kudüs’ü ele geçiren galiplerin tavrıyla anlamlı bir tezatlık teşkil etmekteydi.
Antlaşmanın tamamlanmasıyla Müslüman askerler şehre girdiler. Doğal olarak hedeferinde Mescid-i Aksa vardı. Bu çerçevede yapılan ilk iş Kubbetü’s-sahra’nın tepesinde bulunan ve altından yapılmış Haç’ın Müslümanların sevinç gösterileri içerisinde indirilmesi olmuştu. Bu esnada Haçlılar arasında ise üzüntüden bağrışmalar ve ağlama sesleri duyulmaktaydı. Ardından mübarek mekanlar yeniden eski hallerine dönüştürüldü. Özellikle sahra taşının etrafında küçük bir kilise inşa edilmiş, mescidin avlusunda şövalye tarikatları için binalar yapılmıştı. Bunlar sultanın emriyle ya yıkıldı ya da yeniden düzenlendi. Belki bu süreçteki en ilginç olay sahra taşı ile ilgili olanıydı. Haçlılar ilk geldiklerinde taştan aldıkları parçaları batıya götürüp eşit ağırlıkta altınla değişiyorlardı. Bir müddet sonra bununla ilgili bir ticaret alanı ortaya çıkmıştı. Kudüs’ü yönetenler böyle devam ederse taşın biteceğinin farkında olarak üstünü mermerle kapatmışlardı. Mescide girildikten sonra yapılan işlerden biri de bu mermerin sökülmesi olmuştu. Bütün bu işlemlerden sonra mescidin içi ve avlusu temizlendi, gül suyuyla yıkandı, sonraki Cuma 4 Şaban/8 Ekim gününde Mescid-i Aksa’da ilk hutbe okundu ve Cuma namazı kılındı. İşgalden sonra Kudüs’teki ilk hutbe dönemin alimlerinden Muhyiddin İbnü’z-Zeki’ye nasib oldu. Bu süreçte Nureddin Zengi’nin yaptırdığı minberi Halep’ten getirtip Mescid-i Aksa’ya koydurması Selahaddin’in vefasının büyük örneklerinden biridir. İbnü’l-Esîr fetihten sonra Kudüs’te yapılanları şu şekilde anlatmaktadır:
“Salâhaddin cuma namazını kıldıktan sonra Mescid-i Aksâ’nın tamir edilmesini, sağlam ve mükemmel bir surette yapılması ve nakışlarına özen gösterilmesi için bütün imkânların seferber edilmesini emretti; bunun üzerine benzersiz güzellikte mermerler, Kostantıniyye yapımı altın yaldızlı siyah taşlar ve ihtiyaç duyulan diğer şeyleri getirdiler. Bunlar yıllar boyu biriktirilmişti. Hemen tamirata girişildi. Binalardaki resimleri yok ettiler. Franklar Sahra’nın üzerine mermer döşeyerek onu gözden kaybetmişlerdi. Salâhaddin bunun açığa çıkarılmasını emretti.”
Kudüs’ün fethinden sonra şehir bölgede hacca giden kaflelerin ilk uğrak yeri oldu. Hacılar Mekke’ye gitmeden önce Kudüs’e uğrayıp orada bir müddet kaldıktan sonra yollarına devam ediyorlardı. Doğu Roma imparatoru İsaakios Angelos (ö. 1204) Kudüs’ün fethinden sonra bir elçi heyeti göndererek Selahaddin’in zaferini kutladı ve şehirdeki kiliseleri ve kutsal yerlerin Ortodoks patrikliğine verilmesi ricasında bulundu. Sultan önce tereddüt etse de alimlerle yaptığı istişareden sonra buraların Rum patrikliğine verilmesini kabul etti. Selahaddin’in bu iyi niyeti üçüncü Haçlı seferi boyunca karşılık bulacak, imparator bu süre içerisinde iyi ilişkilerini koruyacaktır. Kudüs’ün fethinin Batı’da büyük bir hareketliliğe sebep olacağı şüphesizdi. Nitekim çok geçmeden papalık yeni bir Haçlı seferi çağrısında bulunmuştu. Dolayısıyla Kudüs’ün fethi Müslümanlar açısından büyük bir başarı olarak görülse de ondan daha önemli olanın bundan sonraki süreçte şehri elde tutmak olduğu bilinmekteydi. Nitekim çok geçmeden Alman, İngiliz ve Fransa krallarının papanın çağrısına karşılık verdikleri ve yeni Haçlı seferine katılacakları bilgisi gelmişti. Selahaddin bu haberler üzerine hızlı bir şekilde Haçlıların işgalinde kalan son yerleri de almak için harekete geçmişti. Fakat bütün çabalarına rağmen sahil şeridinde bulunan Sur şehrini alamamıştı. Bu durum üçüncü Haçlı seferi esnasında Müslümanlar açısından büyük zafyetlerin doğmasına sebep olacak, Haçlıların bölgede tutunmasına zemin oluşturacaktı. Selahaddin durumun hassasiyetine binaen Kudüs’te gerekli önlemleri almayı ihmal etmeyecektir. Özellikle Sur’u kuşatmak üzere şehirden ayrıldığında yönetimle ilgili gerekli düzenlemeleri yapmıştı. Kuşatmanın başarısız olması üzerine Ocak 1189’da kurban bayramını idrak etmek üzere kardeşi Melik Adil ile birlikte Kudüs’e gelmişti. Üçüncü Haçlı seferinin amacı Kudüs’ü Müslümanlardan almak olsa da, bu hiçbir şekilde mümkün olmadı. Bölgeye gelen İngiltere ve Fransa kralları zamanlarının büyük bir kısmını Akka Kuşatması ile harcadılar. Yaklaşık iki yıl süren kuşatma sonunda Haçlılar şehri 12 Temmuz 1191 tarihinde antlaşma ile almayı başardılarsa da güçlerinin büyük bir kısmını tüketmişlerdi. Fakat Akka stratejik açıdan önemli bir merkezdi, çünkü burası Dımaşk, Haleb, Kudüs ve sahildeki şehirler hatta Mısır için silah deposuydu. Akka’nın kaybı silah bakımından Müslümanların zayıfaması düşmanın ise güçlenmesi anlamına geldiği gibi Selahaddin’in uğruna bütün mücadelesini yürüttüğü Kudüs’ü de tehlikeye sokmuştu. Nitekim Haçlı liderlerinin sonraki adımları sultanın iki yılda fethettiği Kudüs Krallığı topraklarının tamamını talep etmeleri oldu. Fakat bu küstah tavırları dik kate alınmadığı gibi bir yıl süren uzun bir mücadele dönemi sonunda İngiltere kralı Richard (ö. 1199) önderliğindeki Haçlılar 1 Eylül 1192 tarihli Remle antlaşmasıyla Kudüs’ün Müslümanlara ait olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar. Bu mücadele esnasında sultan defalarca Kudüs’e gitmiş, şehirdeki tahkimatı ve savaş hazırlıklarını teftiş etmişti. Aynı tavrını antlaşmadan sonra da devam ettirmiştir. Ebû Şâme de İmadüddin Kâtib el-İsfahânî’den şu ifadeleri aktarmaktadır:
“Sultan antlaşmadan sonra durumu kontrol etmek üzere Kudüs’e döndü. Oradayken şehrin surlarını tahkim ettirdi, yapıları restore edilmesi için çalışmaları başlattı, hendekleri derinleştirdi, şehirdeki yolları tamir ettirdi, açtırdığı medresenin vakfına bir çarşı ve arazi ekletti, aynı şekilde suflerin ihtiyaçları için düzenlemeler yaptı, Kamame caddesindeki bir kiliseyi bimaristana dönüştürdü, oraya her çeşit ilaç koydurdu, Sihyun kilisesini surların içine aldırdı ve böylece kilise şehrin içinde kalmış oldu.”
Remle antlaşmasından kısa bir süre sonra İngiltere kralı memleketine geri dönünce Sultan Selahaddin Memluklerden İzzeddin Curdik adlı emiri naib olarak görevlendirdikten sonra 15 Ekim 1192’de Kudüs’ten ayrıldı, çevredeki yerleşim yerlerine uğrayarak durumu gözden geçirdi, ardından 4 Kasım tarihinde Dımaşk’a döndü. Bir müddet sonra hastalanan sultan 4 Mart 1193 tarihinde vefat etti.
Selahaddin Sonrası Kudüs
Selahaddin’in vefatından sonra Eyyubiler arasında meydana gelen hanedan kavgaları Kudüs’ün birçok defa aile üyeleri arasında el değiştirmesine sebep olmuştur. Fakat buna rağmen hiçbiri 1128-1129 yılında Melik Kamil’in (ö. 1238) yaptığı gibi şehri Haçlıların hakimiyetine terkedilmemiştir. Bu esnada dördüncü ve beşinci Haçlı seferleri en az zararla atlatılmış, Kudüs büyük sıkıntılarla da olsa Müslümanların hakimiyetinde kalmıştı. Özellikle beşinci Haçlı seferinde Haçlıların eline düşmesin diye surlar ve Kudüs’ün bir kısmı tahrip edilmiş, antlaşma masasında şehir dahil bölgenin tamamı Dimyat karşılığında Haçlılara teklif edilmesine rağmen Haçlılar tahrip edilen şehrin onarımı için üç yüz bin dinar gibi büyük bir rakam talep edince antlaşma yapılamamıştı. Haçlıların aşırı öz güveni Nil nehrinin sularına gömülünce, Kudüs son anda Haçlılara teslim edilmekten kurtarılabilmişti. Melik Adil’in (ö. 1218) vefatından sonra oğulları Melik Kâmil, Melik Muazzam (ö. 1227) ve Melik Eşref (ö. 1237) arasında hakimiyet mücadelesi devam etmekteydi. Diğer iki kardeş Melik Kamil’in sultanlığını tanımalarına rağmen onun iç işlerine müdahale etmesini istemiyorlardı. Melik Kâmil de onları kendi hakimiyeti için tehlike olmaktan çıkmaları amacıyla mücadele etmekteydi. Bu durum her iki tarafı da zaafa uğratıyor, özellikle Kudüs’ün durumunu tehlikeye sokuyordu. Melik Kâmil kardeşlerine karşı durumunu sağlamlaştırmak amacıyla Kutsal Roma Cermen İmparatoru II. Friederich (ö. 1250) ile ittifak yapma yollarını arıyordu. Bu amaçla 1126 yılında Fahreddin Yusuf b. Şeyhüşşüyûh’u bazı hediyelerle Sicilya’ya göndermiş, buna karşılık İmparator da ona Kont Thomas von Acerra başkanlığında bir heyet göndermişti. Sultan Kâmil bu duruma çok sevinmiş, heyete değerli hediyeler vererek imparatorun bölgeye gelmesi halinde Kudüs ve civarını ona verebileceğini söylemişti. Aslında Kudüs ve civarı onun hakimiyetinde değildi, o, Melik Muazzam’ı zor durumda bırakmak için böyle bir teklifte bulunmuştu. Elçi Melik Muazzam’ın yanına gitti fakat sert ve beklenmedik bir cevap alınca eli boş dönmek zorunda kaldı. Fakat Melik Kamil’in bu teklif II. Friederich’in söz vermesine rağmen uzun zamandır çıkamadığı Haçlı seferine başlamayı düşünmesine sebep oldu. İmparator çok geçmeden hazırlıklara başladı, fakat yoldayken sıtma hastalığına yakalandı. Tedavi olmak için sefere ara vermesine rağmen ordunun Kudüs patriğinin komutasında yoluna devam etmesini istedi. İmparatorun tedavisi uzayınca Papa IX. Gregorius (ö. 1241) onu aforoz ederek Haçlı seferine katılmasını yasakladı. Fakat II. Friederich papanın kararına aldırış etmeden yoluna devam etti. Bu esnada Melik Muazzam ölmüş, yerine oğlu Nâsır Dâvud (ö. 1258) geçmiş, böylece Melik Kâmil rahatlamıştı. Fakat İmparator bölgeye geliyordu. Dolayısıyla Melik Kâmil hem bölgeyi hakimiyeti altına almak hem de İmparatoru karşılamak için Temmuz 1128’de Şam’a hareket etti. Bu esnada Melik Eşref ile gizli görüşmeler yapıyordu. Nitekim yapılan antlaşma sonucu Dımaşk ona verilmiş, böylece imparator ile antlaşma yapmak için elini rahatlatmıştı. İmparator bölgeye geldiğinde Haçlılardan beklediği desteği bulamadı. Bu sebeple Kudüs meselesini diplomatik yollarla çözme amacındaydı. Diğer yandan Sultan Kâmil de kardeşinin ölümüne rağmen yeterince güçlü olduğunu hissetmiyordu. Çünkü Haçlılarla savaşmak için halk arasında yeterli desteğe sahip değildi. Ayrıca ordusunun bir kısmı Dımaşk kuşatmasındaydı. Üstelik Moğolların önünden kaçan Harizmşah ordusunun artıkları bölgeye gelmiş, Moğolların da varması an meselesiydi. Ayrıca Anadolu Selçuklu devleti ve çevredeki diğer beylikler topraklarını genişletmek için fırsat kolluyorlardı. Bütün bu sorunlar Sultan Kamil’in savaşı göze alamayacağının göstergesiydi. Dolayısıyla II. Friederich ile sorunu diplomatik yollarla çözebileceğine inanmaktaydı. Çünkü imparatoru kendisi bölgeye davet etmişti. Bu şartlar altında müzakereler başladı. Aylarca süren tartışmalarda her iki taraf da diğerinden tavizler koparma çabasındaydı. İmparator Kudüs’e ilave olarak daha fazla toprak alıp görüntüyü kurtarma derdinde, Sultan Kâmil de en az tavizle halkın tepkisini minimize etme amacındaydı. Neticede 7 Mart 1229 tarihinden itibaren 10 yıl 5 ay 40 gün sürecek bir antlaşma yapılmasına karar verildi. Buna göre:
“Kudüs, Yafa’ya kadar bir koridor ve bu koridor üzerindeki köyler ile Lüd Haçlılara bırakılmış, fakat şehir merkezi dışındaki topraklar; el-Halil, Nablus ve el-Gavr gibi yerler Müslümanların hakimiyetinde kalmıştır. Kudüs’e bağlı bu yerlerin valisi şehrin kuzeyindeki el-Bire denen yerde oturacaktır. Aynı şekilde şehir merkezindeki Müslümanlara ait olan Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa’nın dahil olduğu Harem-i Şerif bölgesi Müslümanların yönetiminde kalacak, buralarda serbestçe ezan okuyup ibadetlerini yerine getirebileceklerdi. Hristiyanlar bu yerleri ancak Müslümanların refakatinde ziyaret edebileceklerdi. Ayrıca Melik Muazzam döneminde tahrip edilen Kudüs surları onarılmayacaktı.”
Antlaşma yapılıp Kudüs bu tarihten itibaren 1917 yılına kadar Eyyubi, Memluk ve Osmanlı gibi sadece Müslüman hanedanlar ve devletler arasında el değiştirdi, şehirdeki Müslümanların çıkmaları gerektiği ilan edilince orada ve bölgede yaşayan Müslümanlar arasında büyük bir tepki oluştu. Selahaddin’in fethi üzerinden 42 yıl geçmiş, Müslümanlar artık oranın yerleşik halkı haline gelmişti. Kudüs gibi mübarek bir beldenin ellerinden alınması zorlarına gitmişti. Onun Kudüs’e yerleştirdiği Müslüman ailelerin büyük bir kısmı ağlayıp Sultan Kamil’in yaptığı antlaşmayı ayıplayıp ona lanet ederek şehirden çıkmak zorunda kalmıştı. Bütün olumsuzluklara rağmen Sultan Kâmil Harem-i Şerif’in Müslümanların elinde olması ve surlarının onarılamayacak olmasını teselli sebebi saymıştır. Çünkü surlar tahkim edilmediği müddetçe istedikleri zaman şehri alabileceklerini söylemekteydi. Kudüs yaklaşık on beş yıl Haçlıların hakimiyetinde kaldı. Sultan Kamil’in ifade ettiği gibi Müslümanların şehri istedikleri zaman alabilecekleri bir durum oluşmadı. Nitekim antlaşmanın süresi bitmeden 9 Mart 1238 yılında Melik Kâmil vefat etmiş, Kudüs Haçlıların hakimiyetinde kalmaya devam etmişti. Bir müddet sonra durum daha da kötüleşmiş, 1243 yılında Dımaşk hâkimi İmadeddin İsmail, Hımıs hâkimi Melik Mansur, Halebliler ve Melik Nâsır Dâvud, Melik Salih Necmeddin’e (ö. 1249) karşı Haçlılarla ittifak antlaşması yapmışlardı. Antlaşmaya göre Kudüs, Taberiye ve Askalan Haçlılara bırakılmıştı. İbn Vâsıl 1244 yılı Nisan-Mayıs aylarında Mısır’a giderken Kudüs’e uğradığını Sahra taşının üstünde elinde şarap bardaklarıyla ayin yapan ruhbanlar ve papazlar gördüğünü, Aksa Mescidi’nde de çan asılı olduğunu ve ezanın yasaklandığına şahit olduğunu ifade etmektedir. Fakat Haçlıların bu sevinci uzun sürmemiştir. Melik Salih Necmeddin’in bölgeye gelen Harizmşah ordusunun artıklarını Mısır’a kendisiyle ittifak kurmaya davet etmesi üzerine Harran civarında bulunan on bin atlı süvari fırtına gibi Dımaşk bölgesine girdi. Geçtiği yerleri yağmalayarak yoluna devam eden ordu 11 Temmuz’da Kudüs’e girdi, şehri yakıp yıktı, iç kalede direnen Haçlıların şehirden çıkmalarına müsaade edildi fakat onlar da yolda iken yağmacıların hedef oldu. Böylece Kudüs kesin bir şekilde Müslümanların hakimiyetine girmiş oldu. Kudüs bu tarihten itibaren 1917 yılına kadar Eyyubi, Memluk ve Osmanlı gibi sadece Müslüman hanedanlar ve devletler arasında el değiştirdi.