Osmanlı Döneminde Kudüs

1516 senesinin sonu itibariyle Kudüs’te başlayan Osmanlı yönetimi, 1831-1841 arası Kavalalı Mehmed Ali Paşa dönemi hariç İngilizler’in 1917’deki işgaline dek yaklaşık dört asır sürmüştür. Osmanlı yönetiminde çoğu zaman sancak statüsünde kalan Kudüs’ün bağlı bulunduğu merkez zaman zaman değişiklik göstermiştir. Genel itibarıyla Kudüs; 1516-1831 yılları arasında Şam Eyaleti, 1841-1865 yılları arasında Sayda Eyaleti ve bu tarihten itibaren ise Sayda ve Şam eyaletlerinin birleştirilmesiyle oluşturulan Suriye Vilayeti içinde yer almıştır. 1872-1917 döneminde ise müstakil mutasarrıfık statüsü verilen Kudüs, doğrudan merkezî hükümete bağlanmıştır.1 Bu bölümde, ilk olarak Osmanlı Devleti’nin Kudüs’ü Memlüklerden ilhakı ve Kudüs’teki ilk idari yapılanma incelenmiştir. Akabinde Osmanlı yönetimindeki Kudüs’te öne çıkan siyasi gelişmeler ortaya koyulmuştur. Ancak Divan-ı Hümayun kararlarına göre, Osmanlı Devletinin Kudüs Sancağı yönetiminde öne çıkan Bedevi Arap isyanlarının bastırılması, asayişin sağlanması ve devlet görevlilerinin kontrol edilmesi gibi hususlar bütün yüzyıllar için benzer meseleler olduğundan tekrara düşmemek adına bu gelişmelerle ilgili örnekler sadece 16. yüzyıl ile sınırlandırılmıştır. 19. yüzyılda ise Fransızların Mısır’ı işgal ederek Şam’a doğru ilerlemeleri ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanı gibi Kudüs’ü etkileyen büyük gelişmeler yaşandığından, bu yüzyıla ait konular detaylı olarak ele alınmıştır.
Kudüs’ün İlhakı ve İlk İdari Yapılanma
1512 senesinde Osmanlı tahtına geçen I. Selim (Yavuz Sultan Selim), sekiz sene gibi kısa süren saltanatı döneminde çok önemli fetihler gerçekleştirdi. İlk olarak Anadolu’daki Şii propagandalarını destekleyen Safevi Devleti’nin üzerine yürüyerek 1514’teki Çaldıran Savaşı’ndan zaferle ayrıldı. Ancak bu zaferin Anadolu’daki Şii tehlikesini tamamen bertaraf etmemesi, Safeviler’e karşı ikinci bir sefer düzenlenmesini gerekli kıldı. Sefer hazırlıklarını tamamlayarak İran’a doğru hareket eden I. Selim, Memlük Sultanı Kansu Gavri’nin Mısır’dan Haleb’e hareket ettiği ve hâkimiyeti altındaki topraklardan Osmanlı ordusunu geçirmeyeceği istihbaratını aldı. Mekke ve Medine şehirlerinin yer aldığı Hicaz ile Kudüs gibi kutsal topraklara hâkim olan Memlüklerin bu dönemde Müslümanların hamiliğini üstlenmekteki yetersizliklerine Kansu Gavri’nin bu hamlesi eklenince, I. Selim seferin rotasını İran’dan Mısır’a çevirdi. Haleb yakınlarında bulunan Mercidabık ovasında 24 Ağustos 1516’da ilk defa karşı karşıya gelen Osmanlı ve Memlük orduları şiddetli bir çarpışmaya girişti. Osmanlı Devleti’nin galibiyetiyle sonuçlanan bu savaşın akabinde Şam’a doğru ilerleyen ordu, güzergâhtaki birçok kalenin ilhakını gerçekleştirdi. Bu sırada Gazze ve Remle’nin ilhakı için görevlendirilen İsa Bey oğlu Mehmed komutasındaki birlik, Memlüklerin Şam Valisi Canbirdi Gazali’nin savunmasıyla karşılaştı. Bunun üzerine I. Selim, Veziriazam Hadım Sinan Paşa komutasındaki birliği Gazze’ye yardıma gönderdi. Osmanlılar tarafında bu olaylar yaşandığı sırada Memlükler tarafında beklenmedik bir hadise meydana geldi. Memlük Sultanı Kansu Gavri’nin aniden ölmesiyle yerine Tomanbay geçti. I. Selim, Memlüklerin yeni sultanına elçi olarak gönderdiği Çerkez Murad’ın öldürüldüğü haberini alınca derhal Şam’dan Mısır’a doğru harekete geçti. Osmanlı Sultanı, 28 Aralık 1516’da Remle civarındayken Gazze’nin Hân Yunus mevkiinde gerçekleşen savaşın zaferle sonuçlandığı haberini aldı. Bu zaferle birlikte Filistin topraklarını hâkimiyeti altına alan I. Selim, yanına aldığı muhafız birliği ve birkaç beyle birlikte 31 Aralık 1516’da Kudüs’e vardı. Kudüs’teki kutsal mekânları ziyaret eden Osmanlı Padişahı, şehrin âlimleri ile fukarasına da bolca ihsanda bulundu.
Kudüs, I. Selim’in Biladüşşam topraklarını ilhak etmesinin ardından bölgede gerçekleştirilen ilk idari taksimatta Arap (=Şam) Vilayetine bağlı bir sancak haline getirilerek Evrenos Bey oğlu İskender Bey’e tevcih edildi. Fazla uzun sürmeyen bu yapılanmanın ardından 25 Eylül 1517 tarihinde Filistin topraklarını oluşturan Gazze, Safed, Kudüs, Kerek ve Nablus Memlüklerin uzun süre Şam beylerbeyliğini yapan Canbirdi Gazali’ye sancak olarak tevcih edildi. Osmanlı yönetiminin Memlüklerin eski yöneticisine böyle bir görev vermesinin arka planında, henüz pek tanımadığı bu toprakların idaresinde tecrübeli yöneticilerden yararlanma düşüncesi yer almaktaydı. Böylelikle idari yapılanma süreci tamamlanana kadar bölgede oluşacak yönetim zafiyetinin önü alınmış oldu. Ancak 1520 senesinde I. Selim’in vefatıyla Osmanlı tahtında yaşanan değişikliği fırsat bilerek Mısır’da sultanlığını ilan etme cesareti gösteren Canbirdi Gazali, yeni padişah I. Süleyman (Kanuni Sultan Süleyman) tarafından ortadan kaldırıldı.
1520-1521 yıllarına ait olduğu tahmin edilen bir belge, bu dönemde Osmanlı Devleti’nin Rumeli vilâyetinde otuz, Anadolu vilayetinde yirmi, Karaman’da sekiz, Rum vilayetinde beş, Arap vilâyetinde on beş, Diyarbekir vilâyetinde ise dokuz sancak bulunduğuna işaret etmektedir. Bu belgede Şam Vilayetinin sancakları içerisinde Filistin topraklarını oluşturan Gazze, Safed ve Kudüs yer almamaktadır.
Bu husus, Gazze, Safed ve Kudüs’ün bu dönemde Şam merkez sancağına bağlı olduğunu göstermektedir. Ayrıca Şam sancağının yöneticisinin bulunmadığına işaret eden mahlûl (boş) ifadesi Gazali’nin ölümünden sonra henüz buraya yeni bir sancakbeyinin atanmadığını düşündürmektedir. Canbirdi’nin ölümüyle Şam Vilayetine atanan Ayas Paşa döneminde ise Gazze, Safed ve Kudüs ayrı sancaklar olarak teşkilatlandırıldı. Böylelikle Osmanlı Devleti, Memlüklerce Şam Vilayetinin sancakları olarak görülen Gazze, Safed ve Kudüs’te oluşturulan idari düzeni genel hatlarıyla kabul etmiş oldu. Şam Vilayetine bağlı sancaklardan biri olarak Osmanlı idari yapılanmasındaki yerini alan Kudüs Sancağı, başlangıçta Memlüklerin böldüğü şekilde Kudüs, el-Halil ve Benî Amr nahiyelerinden oluşmaktaydı. Ancak 1538 yılında Benî Amr nahiyesi feshedilerek nahiye sayısı ikiye düşürüldü.
Osmanlı İdaresinde Kudüs
Osmanlı taşra idare teşkilatının gereği olarak Kudüs sancağındaki en yüksek askeri-bürokratik yetkili sancakbeyiydi. Her görevde olduğu gibi sancakbeyleri de bir yıllığına atanmakta ancak bir yıl sonra ya da başka bir görevden sonra yine aynı göreve atanabilirdi. Sancakbeyi kent merkezinde ve çevredeki kırsal bölgedeki güvenliğin sağlanmasından, kentsel ve kırsal vergilerin düzenli toplanmasından, ticaretin kurallara uygun olarak yapılmasından, kente düzenli ve yeterli yiyecek sağlanmasından ve gerektiğinde seferde komutanlık edeceği yerel askerî gücün hazır tutulmasından sorumluydu. 1522 yılında Kudüs sancakbeyi Kara Hasan Bey’di. Ancak bu dönemde sürekli idari değişikliklerin yaşandığı Kudüs, bir sene sonra 1523 yılında Üveys Bey’in sancakbeyliğini yaptığı Gazze sancağına dâhil edildi. 1530 tarihli tahrir defterine göre Gazze Sancağını Gazze-Remle ile Kudüs-i Şerif kazaları oluşturmaktadır. Kudüs ve Halilurrahman nahiyelerinden oluşan Kudüs Kazasında ise toplam 147 köy ve 98 mezra bulunmaktadır. Bir süre sonra tekrar müstakil bir sancak olarak idari teşkilat içindeki yerini alan Kudüs, yüzyıl boyunca bu konumunu sürekli muhafaza etmiştir. 16. yüzyılın ilk yarısında Kudüs sancağının en büyük meseleleri; bedevi Arapların isyanı ve hac yollarının güvenliğidir. Canbirdi Gazali döneminde de bu sıkıntılar için tedbirler alınmış, ancak Gazali’nin isyanı ile başlayan süreç bu tedbirleri sekteye uğratmıştı. Bu yüzden Gazali’nin ölümünden 16. yüzyılın ortalarına kadar geçen süreçte Kudüs’te idari düzenin tam anlamıyla sağlanamadığı ve güvenlik meselesinin yine sancakbeylerinin temel meselesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple Osmanlı Devleti, Kudüs’teki bu meseleleri halletmek için sancakbeyi ve kadı gibi taşra yöneticilerini doğrudan İstanbul’dan atamaya başlamıştır. Osmanlı yönetim merkezine oldukça uzak bir mesafede bulunan Kudüs’te merkezî yönetimin hissedilen ağırlığı, sancağın muhafazasında önemli bir rol oynamıştır. Böylelikle bu dönemde bölgede büyük bir sorun haline dönüşen bedevi Arap isyanlarının bastırılması, kentte asayişin sağlanması ve devlet görevlilerinin kontrol edilmesi gibi hususlar gerçekleştirilmiştir. Kudüs Sancağının 1560 senesinde sancakbeyi olan Kaytas Bey’e İstanbul’dan gelen iki hükümde sancağın korunması için sancaktan dışarıya çıkmaması, eğer sefer emri gerçekleşirse bu durumda sancağın bedevi Arap saldırılarından korunması için gerekli tedbirleri alması bildirilmiştir. 1585 tarihli hükümde de Arap eşkıyasının çokluğundan bahisle sefer emri çıksa dahi Kudüs sancakbeyinin zeamet ve timar sahipleriyle birlikte sancağın muhafazasında kalması emredilmiştir.
Bu hükümler; Osmanlı merkez yönetiminin Kudüs sancakbeylerine ilk ve asli görevlerinin sancağı muhafaza etmek olduğunu hatırlatarak bu hassas konuya büyük önem verdiğini ve bir an bile sancağın boş bırakılmaması için gerekli tedbirleri aldığını göstermektedir. Arap isyanlarının önüne geçmek için uygulanan siyasetlerden biri de isyanlara karşı verilen mücadelelerde yararlık gösteren kimselerin ödüllendirilmesidir. Kudüs yol ağlarında ve civarında isyan eden Araplara karşı savaşan ve onları bertaraf eden kişiler, timar ve zeamet tevcihleriyle ödüllendirilmişlerdir. 1560 senesinde Kudüs ve Mısır yollarını keserek bu yollardan gelip geçeni katleden ve mallarını yağmalayan Manzur, Benî Said ve Kerîm Araplarıyla yaptığı muharebede on tanesinden fazlasını öldürdüğünü ve birçoğunu da yaraladığını bildiren Aclun Beyi Murad Bey’e 20.000 akçe terakki olunması hakkında çıkan buyruldu, zikredilen ödül meselesiyle ilgili güzel bir örnektir. Yine 1574 tarihli hükümde; Kudüs Sancakbeyi Süleyman Bey’in, Mehmed bin Abdullah’a timar tevcih edilmesine yönelik talebinde Şam Yeniçeri Ağasının cemaatinden olan mezkur Mehmed’in Halilurrahman nahiyesinde isyan eden Benî Atıyye Araplarıyla yapılan muharebede isyancıların ileri gelenlerinden birini tüfeği ile vurup öldürmesini gerekçe göstermiştir. Aynı yıla ait başka bir kayıtta ise Nablus Sancağında 26.600 akçelik zeameti bulunan Mustafa’nın Kudüs ve Mısır yollarını kesen Emir Ali isimli müfsidin katledilmesinde yoldaşlık ettiğine dair Şam Beylerbeyinin mektubunda kendisinin ödüllendirilmesi istenmektedir. Filistin bölgesinde bulunan sancaklarda sıklıkla meydana gelen Arap isyanlarına karşı bu sancaklarda görevli beylerin birbirleriyle koordineli çalışmaları da isyanların bastırılması için önemli görülmüştür. Özellikle Kudüs’ün üç semavi dine ait kutsal mekânları bünyesinde barındırması her sene birçok kervanın bu bölgeye yönelmesine sebep olmakta bu durum ise bölgede varlık gösteren Arap eşkıyalarının yağma faaliyetlerini artırmaktaydı. Osmanlı merkez yönetimi ise bu isyancı Arap guruplarına karşı bölge yöneticilerinin birbirlerinden haberdar olmalarını ve bunların üstesinden muavenet usulüyle gelmelerini emretmiştir. Bu doğrultuda 1576 yılında Ebu Riş oğlu isimli müfsidin Hac kaflesine saldırı düzenleyerek zarar verme ihtimali bulunduğundan Safed, Kudüs ve Leccun sancakbeylerinin askerleriyle birlikte Şam Emir-i Haccı Kansu Bey’e yardım etmesi istenmektedir. 1578 senesinde Gazze Sancakbeyi Ahmed’in tezkiresi üzerine isyan eden urbanın önü alınamadığından Kudüs dağlarına ve sınırına kaçan urbana karşı gelmek üzere Kudüs sancakbeyinin Gazze Sancakbeyi Ahmed’e yardım etmesi emredilmektedir. Yine 1581 senesine ait başka bir hükümde Kudüs, Gazze ve Aclun sancaklarından birine asi Arap gelip de fesat çıkarmaya çalışırsa bu üç sancağın beyleri birbirleriyle haberleşerek asilere karşı birlikte hareket etmeleri istenmektedir. Divan-ı Hümayun’dan Kudüs sancakbeyi ve kadısına Arap isyanları hakkında gönderilen emirlerin dışında sancakta yaşanan bazı asayiş sorunlarının giderilmesine dair emirler de sancaktaki yöneticilerin sorumluluk alanlarını göstermesi bakımından önemli bilgiler ihtiva etmektedir. 1565 senesinde Kudüs Sancakbeyi ve Kadısına hitaben yazılan emirde yasak olmasına rağmen Kudüs’e dışarıdan şarap getirerek satış yapan kimselerin derhal engellenmesi emredilmektedir. Yine aynı yıla ait başka bir hükümde Kudüs Kadısından Kudüs’te yeni açılan beş kahvehanenin serseri ve başıboş kimseleri bir araya getirip gece gündüz fesada yol açarak insanları itaatten alıkoyduğuna binaen kahvehanelerin derhal kapatılması istenmektedir. Osmanlı Devletinin hâkim olduğu topraklarda adaleti sağlamak maksadıyla kullandığı yöntemlerden biri de şikâyet mekanizmasını kullanmasıdır. Buna göre devlet adamlarına yönelik halktan gelen şikâyetlerin dikkate alınarak gerekli teftişler sonucu iddiaların doğrulanması halinde ilgili devlet adamlarına gereken ceza verilirdi. Bu durum devletin hem hizmet kademelerinde bir iç kontrol yapmasına imkân tanımakta hem de bölge halkının refah bir yaşam sürmesinin önündeki engelleri kaldırmaktaydı. Kudüs’te subaşı tercümanlığı yapan kişiler hakkında 1564 senesinde Divan-ı Hümayuna gelen şikâyetler dikkate alınarak teftiş gerçekleştirildiğinde bu kimselerin eskiden beri halka zulmettikleri ve bu sebeple tercümanlık görevinden alındıkları ortaya çıkmıştır. Ancak Kudüs halkı, bu kimselerin gayri resmi olarak tercümanlığa devam ettiklerini ve evvelkinden daha fazla zulümde bulunduklarından şikâyet edince olayın teftiş edilmesi, eğer suçları sabit ise kesin olarak görevlerine son verilmesi emredilmiştir. 1573 yılında Kudüs Sancakbeyi Süleyman Bey hakkında bölge halkından gelen şikâyet arzuhalleri birer sureti çıkarılarak Şam Beylerbeyi ve Kadısına gönderilmiş ve sancakbeyi hakkındaki bu iddiaların teftiş edilerek doğru olup olmadığının araştırılması istenmiştir. 1577 yılında yine subaşı tercümanları hakkında gelen şikâyet, bunların bazı köylüleri evlerinde bulamadıklarında bütün mallarını yaktıkları ve ağaçlarını kestiklerini haber vermektedir. Bu kimseler hakkında da teftiş edilerek suçlarının sabit olması durumunda görevlerinden alınmaları hususunda emir çıkmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devletinin Kudüs yönetimiyle ilgili olarak öne çıkan bu hususların yanı sıra şehirde yürütülen imar faaliyetleri şehrin yaşam kalitesinin artmasını sağladı. I. Selim her ne kadar Kudüs’ü ilhak ettiyse de şehri imar etmeye ömrü vefa etmemişti. Ancak I. Selim’den sonra tahta geçen oğlu I. Süleyman’ın uzun süren saltanatı döneminde Osmanlı hâkimiyeti altındaki diğer bölgelerde olduğu gibi Kudüs’te de büyük imar faaliyetleri gerçekleştirildi. Öyle ki Kudüs’te Kanuni Sultan Süleyman’a ait kitabelerden iki tanesinde şehri ilk defa imar eden Hz. Süleyman’a atıfa “İkinci Süleyman” olarak bahsedilmektedir. Bu yönüyle bugün Kudüs’teki Osmanlı varlığının büyük çoğunluğu, Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan imar faaliyetlerine dayanmaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Kudüs’te gerçekleştirdiği ilk imar faaliyeti, Hz. Davud’un makamının da yer aldığı Nebi Davud Külliyesinin bir bölümünü camiye tahvil etmesidir. Külliyenin camiye tahvil edilen bu kısmı, aynı zamanda Hz. İsa’nın havarileriyle birlikte son akşam yemeğini yediği salondur. Bunun yanı sıra şehir surları ile kalesinin yeniden inşası, Kubbetü’s-sahra ile Kıble Camii’nin tamiri, Kubbetü’s-sahra’nın İznik üslubu çinilerle süslenmesi ve Beytüllahim’den su getirtilerek şehirde altı çeşme yapılması Kanuni’ye ait diğer imar faaliyetleridir. Kanuni Sultan Süleyman’ın hasekisi Hürrem Sultan tarafından 1552 yılında Kudüs’te inşa edilen külliye ise cami, medrese, han, ribat ve imaretten oluşmaktadır. İmaret, sadece Kudüs’ün değil Filistin bölgesinin bu dönemdeki en büyük imareti olma özelliğini taşımaktadır. 17. yüzyılla birlikte Celali isyanları olarak bilinen bir dizi karışıklık ve Anadolu’nun doğusundaki asi paşaların ayaklanmaları, Devlet merkeziyle Arap eyaletleri arasındaki iletişimi oldukça güçleştirdi. Bu gelişmelere bir de hükümetin kendi içindeki kuvvet değişiklikleri eklenince Arap eyaletlerinde merkezî yönetim daha yerel bir sisteme dönüşür hale geldi. Öyle ki 17. yüzyıl boyunca Filistin bölgesinde yer alan Kudüs, Nablus, Gazze ve Leccun sancaklarını Ferruhîler, Rıdvanîler ve Turabaylar adlı üç yerel hanedan yönetti. Bu üç hanedan yüzyıl boyunca ilişkilerini; evlilik bağları, Şam Eyaleti’ndeki stratejik çıkarlar ve mali iş ortaklıkları yoluyla giderek geliştirdiler ve böylelikle yüzyılın ikinci yarısında tek bir geniş hanedan haline geldiler. Osmanlı Devleti, bu hanedan ittifakının askerî güçlerinden ve Bedevilerle olan iyi ilişkilerinden istifade etti. Ancak İstanbul yönetimi, yerel hanedanların zaman zaman tek başlarına iktidar olma heveslerini daima gündemde tutarak, bu hanedanlara yalnızca devlet politikasının temel hedeferini gerçekleştirme olanağı sağladıkları sürece müsaade etti. Bu minvalde yerel hanedanların güçlerinin iyice arttığı 17. yüzyılın ikinci yarısında, İstanbul’daki Divanın, Köprülülerin başını çektiği vezirleri, bu hanedanların ortadan kaldırılarak yerlerine merkezden yöneticiler atanmasının merkezileşme sürecine yardımcı olabileceğini düşündüler. Ancak yerel hanedanların ortadan kaldırılmasında en büyük engeli bu dönemde hac yolunun güvenliği için oluşturulan cerde askerî birliğinin komuta işi oluşturmaktaydı. Osmanlı Devletinin bölgedeki meşruiyeti bakımından önemli bir faaliyet alanı olan hac yollarının güvenliği için kurulan cerde askeri birliğinin komutası 18. yüzyılda Trablusşam beylerbeylerinin uhdesine verilene kadar Filistin bölgesindeki Kudüs, Nablus ve Safed yöneticilerine tevdi edilmişti.26 Dolayısıyla hac kervanlarına öncülük eden yerel hanedanlar, bölgedeki Bedevilerle sıkı ilişkiler kurmuş ve karşılıklı menfaate bağlı olarak yerel eşrafın da desteğini almışlardı. Bütün bu hususlar Köprülülerin merkezileştirme siyasetinin önünde büyük engeller oluşturmaktaydı. Fakat Osmanlı Devleti’nin yerel hanedanların gücünü kırmaya yönelik ısrarcı siyaseti, yüzyılın sonuna doğru olumlu sonuçlar vermiş ve Kudüs sancağına bu hanedanların yerine İstanbul’dan sancakbeyleri atanmaya başlamıştı. İstanbul’dan atanan yeni yöneticilerden bazılarının mevkilerini sırf bir gelir kaynağı olarak görmeleri halka karşı sert ve amansız bir tavır sergilemelerine yol açtı. Yerel hanedanların Kudüs eşrafıyla kurdukları ittifaktan vazgeçen yeni yöneticilerin bu tavırları, bu defa eşraf ile halkın bütünleşmesine zemin hazırladı. Nihayet artık dayanılmaz bir noktaya gelen baskılar sonucunda 1703 yılında Nakibüleşraf kaymakamı Muhammed b. Mustafa el-Hüseyni’nin başını çektiği ayaklanma, yönetimde görülen bu vahim duruma karşı verilen en büyük tepki oldu. Bu sırada İstanbul merkez yönetimi, Edirne Vakası olarak bilinen ordu ayaklanmasını bastırmakla meşgul olduğundan Kudüs’teki isyan hemen bastırılamadı. Nihayet 1705’te atanan yeni sancakbeyinin emrine gönderilen iki bin yeniçeri, üç yüz cebeci ve yüz kadar topçu askeri marifetiyle isyan bastırıldı. Böylelikle Kudüs’teki yerel eşrafın siyasal ve toplumsal konumuna yıkıcı bir darbe vurulmuş oldu. Asi Muhammed el-Hüseynî hakkında ise Trablusşam civarında Tarsus Kalesi’ne sığındığı ve tebdil-i kıyafet yaparak gizlenmeye çalıştığı istihbaratı Trablusşam Beylerbeyi Mustafa Paşa’ya ulaştı. Bunun üzerine Mustafa Paşa’nın yakalayarak İstanbul’a gönderdiği Muhammed el-Hüseyni’nin ölüm cezası Yedikule Zindanında gerçekleştirildi. 18. yüzyılda Kudüs’te yaşanan diğer bir çatışma ise merkezi hükümet tarafından Kudüs kalesine yerleştirilen yeniçeriler ile yerel halktan oluşan yerliyan askerleri arasında gerçekleşti. Yeniçerilerin Kudüs’teki şiddet eylemleri, Kudüs halkının zaten sürekli beraber hareket ettiği yerliyana arka çıkmasına yol açtı. Kudüs halkından aldığı bu güçle yerliyan askerleri, 1731 senesinde yeniçerileri kovarak Kudüs Kalesini zapt etti. Olay sonunda yeniçerilerin İstanbul’dan kendilerini destekleyen bir ferman gönderilmesi talebinde bulunmaktan başka çareleri kalmadı. Bu isyanların ardından Kudüs’ü bir süre daha merkezden atamalarla idare etmeye çalışan Osmanlı Devleti, sancağı arpalık olarak paşalara tevcih etmeye başladı. Bu atamalarda da Kudüs, Şam vilayetinin bir sancağı olma statüsünü korudu. Kimi zaman sancak Şam valisine tevcih edilerek valinin tayin ettiği bir mütesellim marifetiyle idare edilmekteydi. Ancak zamanla kimin mütesellim olacağı hususunda Kudüs ayanının belirleyici olması, ayanın 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sancak yönetimindeki etkilerinin artmasına neden oldu. Öyle ki bu yüzyılda Kudüs’e sancakbeyi olarak atananların büyük bir kısmı Tukan ve Nimr aileleri arasından seçildi. Yine bu dönemde giderek güçlenen Hüseyni, Halidi, Aseli ve Alemi gibi aileler de Kudüs’teki bazı görevleri uhdelerine geçirdiler. Her ne kadar 1703 isyanından sonra Hüseyni ailesi Kudüs’teki itibarını kaybettiyse de isimlerini Gudeyye olarak değiştirerek kadı, müftü, nakibüleşraf, şeyhülharem, sermüezzin ve Kamame Kilisesinin anahtar eminliği gibi birçok görevi uhdelerinde tutmayı başardılar. Halidi ailesinin mensupları ise Kudüs mahkemesinin başkâtiplik ve naiplik görevlerini yürütmekte ve aynı zamanda mahkemenin daimi şahitleri (şühûdü’l-hâl ) arasındaydılar. Kudüs kalesinin dizdarlık vazifesini nesilden nesile Aseli ailesi yürütmekte, Alemi ailesi ise Kudüs’teki bir çok vakfın yönetiminde söz sahibi idi.
18. yüzyılın sonunda Fransız komutan Napolyon Bonapart’ın Kahire’yi işgaliyle bölgede yaşanan hareketlilikten Kudüs de etkilendi. 38 bin kişilik donanma ile Fransa’dan hareket eden Bonapart, önce Malta’yı ele geçirmiş ve ardından Kahire’ye doğru hareket etmişti. Fransızların bu harekâtından haberdar olan İngilizler ise Hindistan’daki çıkarlarını korumak için Amiral Nelson komutasındaki donanmasını Fransız donanmasının peşine gönderdi. İngilizler yetişemeden İskenderiye’yi işgal eden Bonapart, donanmasının bir kısmını Ebukır limanında demirleyerek Kahire’ye doğru hareket etti. İngilizler, Ebukır limanında demirlenen Fransız gemilerine karşı gerçekleştirdiği saldırıyla Bonapart’a Fransa’dan gelebilecek yardım yolunu kesmiş oldu. Bu sırada Bonapart, 24 Temmuz 1798 günü Kahire’yi işgal ettiyse de Ebukır limanındaki ağır zayiattan dolayı emrindeki askerlerle birlikte burada mahsur kaldı. İlk etapta Osmanlı Devleti ile anlaşarak Mısır’da kalmayı düşünen Bonapart, Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Rusya ile anlaşarak Mısır’a doğru büyük bir donanma gönderdiği haberini alınca mücadele etmekten başka şansı kalmadı. Bunun üzerine Şam’a doğru hareket ederek Gazze ve Remle’yi ele geçirdi. Sayda Valisi Cezzar Ahmed Paşa idaresindeki Akka önlerine geldiğinde ise Cezzar Paşa’nın büyük direnişiyle karşılaştı. Bonapart’ın yaklaşık iki ay süren kuşatmasının ardından 20 Mayıs 1799’da Cezzar Ahmed Paşa, kaleden çıkarak büyük bir saldırı gerçekleştirdi ve Fransızları bozguna uğrattı. Fransızların Mısır’ı işgaliyle birlikte Filistin bölgesinde başlayan siyasi istikrarsızlık Kudüs’te yaşayan Müslüman ve gayrimüslim halk arasında da gerginlik yaşanmasına neden oldu. İşgal esnasında Bonapart’ın yerel halkı yanına çekmek için yalan beyanlarda bulunduğu istihbaratını alan merkez yönetim, bu hususta gönderdiği fermanlarla Fransızların gerçek niyetinin Kudüs’teki cami, mescit, ribat, türbe ve vakıfarı işgal ederek bu kutsal mekândaki İslam kaidelerini ortadan kaldırmak olduğuna dikkat çekti. Bir diğer gelişme ise Şam Eyaletine bağlı bir sancak olarak vali tarafından buraya atanan mütesellimler tarafından yönetilen Kudüs’ün idari yapısında değişikliğe gidilmesiydi. Buna göre bu dönemde Ebulmerak Muhammed Paşa, malikâne usulüyle Kudüs mutasarrıfı olarak atandı. İltizam olarak ise kendisine Yafa, Gazze ve Remle mukataaları verildi. Merkez yönetimin böyle bir tasarrufta bulunmasının nedeni, Fransızlara karşı girişilen savaşta Osmanlı ordusuna lojistik destek sağlama çabasıydı. Nitekim Kudüs Mutasarrıfı Ebulmerak Muhammed Paşa asker sevkiyatı, zahire, ilaç ve deve temini gibi hususlarda gösterdiği yararlıkla Osmanlı ordusuna önemli hizmetlerde bulundu.
Bu sayede önce Mısır valiliğine, daha sonra ise emirülhaclıkla birlikte Şam valiliğine getirildi. Ancak bu atamalar, Napolyon Bonapart’a verdiği mücadeleyle ün kazanan Cezzar Ahmed Paşa ile büyük bir husumet yaşamasına neden oldu. Öyle ki Cezzar Ahmed Paşa Gazze ve Remle’yi zapt ederek yönetici olarak buralara kendi adamlarını atadı ve Yafa’yı muhasara altına aldı. Kudüs halkı, bölgedeki iki başarılı devlet adamının bu mücadelesi karşısında başlangıçta taraf tutmadı. Fakat Ebulmerak Muhammed Paşa’nın Osmanlı ordusu için yerine getirdiği hizmetlerde oldukça fazla mal ve paraya ihtiyaç duyması ve bunları karşılamak için sürekli halka başvurması gibi gelişmeler Kudüs ulema ve ayanının Cezzar Ahmed Paşa tarafında yer almasına neden oldu. Ebulmerak Muhammed Paşa hakkında sürekli gelen şikâyetler üzerine merkez yönetim kendisini Diyarbakır valiliğine atadı. Böylelikle Kudüs Sancağının idaresi malikâne sisteminden çıkarılarak eskiden olduğu gibi vezir ve beylerbeyi rütbesine sahip birine mansıb olarak tevcih edilmeye başlandı. Bunun için Kudüs Sancağı her ne kadar İçel Sancağı Mutasarrıfı ve Dimyat Muhafızı Ahmed Paşa’ya tevcih edilse de Cezzar Ahmed Paşa’nın Filistin bölgesinin idaresini uhdesine alma girişimleri devam etti. Osmanlı merkez yönetimi, bu dönemde emirülhaclık görevini sürdüren Cezzar Ahmed Paşa’nın büyük bir tehlike arz eden Vehhabilerle mücadelesinden dolayı Kudüs’ü bir mütesellim marifetiyle idare edeceğinden bu durumu sancak idaresi için sakıncalı buluyordu. Cezzar Ahmed Paşa, sancaktaki asayişin sağlanmasına yönelik verdiği sözler sayesinde 1803 senesinde Kudüs Sancağı için verdiği mücadeleyi kazandı, ancak Paşa’nın bir sene sonra vefat etmesi Kudüs Sancağı ve halkı için yeni gelişmelerin yaşanmasına neden oldu. Osmanlı Devletinin, Vehhabilerle mücadele etmesi için bölgeyi iyi bilen güçlü birine ihtiyacı vardı. Akla gelen ilk isim ise Cezzar Ahmed Paşa ile giriştiği mücadeleden dolayı bölgeden uzaklaştırılan Ebulmerak Muhammed Paşa idi. Muhammed Paşa’ya 1804 senesinde Cidde Sancağı ve Habeş Eyaleti tevcih edildi. Ayrıca Hicaz’daki Vehhabi tehlikesini bertaraf etmesi için ihtiyaç duyacağı para, mal ve mühimmatı karşılamak üzere Filistin’deki birçok yerin iltizamı verildi. Bu aynı zamanda Ebulmerak Muhammed Paşa’nın daha önce bölgeden uzaklaştırılmasına neden olan Kudüs halkıyla da tekrar karşı karşıya gelmesi demekti. Nitekim beklenen oldu ve Paşa, idaresi altında olmamasına rağmen sanki Filistin toprakları malikânesiymiş gibi hareket ederek halka baskı uygulamaya başladı. Bu hususta İstanbul’a giden şikâyetler artmasına rağmen, Muhammed Paşa özellikle Kudüs’teki gayrimüslim halktan zorla vergi tahsil etmeye devam ediyordu. Son olarak emrindeki birliklerle Gazze’ye girmesi, İstanbul’un emriyle Sayda Valisi Süleyman Paşa’nın üzerine gönderilmesine neden oldu ve Ebulmerak Muhammed Paşa Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya sığındı. Hicaz’da yaşanan Vehhabi tehlikesinin etrafında yaşanan yerel yöneticilerin iktidar mücadeleleri bu şekilde iken Kudüs’te 1808 senesinde Kamame Kilisesinde çıkan yangın devlet ve toplum arasında büyük bir krize neden oldu. Kilisenin tamiri meselesinde anlaşmazlığa düşen Ermeni Katolikler ile Rum Ortodoksların bu çatışmasına yeniçeriler de katıldı. Devletin duruma müdahale etmesi üzerine yeniçeri askerleri isyan çıkardı. Yeniçeriler, Kudüs mütesellimini şehirden kovarak kaleyi ele geçirdiler. Bu esnada, Trablusşam’daki isyanları bastırmakla meşgul olan Şam Valisi Genç Yusuf Paşa, Kudüs’teki isyanın bastırılması için Sayda Valisi Süleyman Paşa’dan yardım istedi. Ancak Yusuf Paşa’nın tehditkâr tavırları yeniçerilere geri adım attırmadı. Bunun üzerine Genç Yusuf Paşa Kudüs’e gönderdiği askerî birlik ile isyanı bastırabilse de Hicaz meselesinde gös terdiği zafyet sebebiyle bütün görevlerine son verildi. Bu defa Hicaz meselesi için görevlendirilen Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, bu dönemde tarım ve ticaretle ilgili politikaları sayesinde hazinesini güçlendirmiş ve modern bir ordu kurmayı başarmış güçlü bir idareciydi. Mehmed Ali Paşa, oğulları Tosun ve İbrahim Paşalar ile 1811’de giriştiği bu mücadeleyi 1819’da kazandı ve Hicaz’ı Vehhabi işgalinden kurtardı. Genç Yusuf Paşa’nın Şam valiliği görevi ise Sayda Valisi Süleyman Paşa’ya tevcih edilmişti. Süleyman Paşa’nın Şam valiliği döneminde Kudüs’te istikrar ve sükûnet tekrar sağlandı ve hatta bu dönemde Sahratullah ve Kıble Mescidi başta olmak üzere Mescid-i Aksa’da birtakım imar faaliyetleri de gerçekleştirildi. Osmanlı hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşanan siyasi gelişmeler Kudüs’ü yine dolaylı yoldan etkilemeye devam ediyordu. Bu defa 1821’de Mora’daki gayrimüslim tebaa isyanının, Kudüs gayrimüslimlerini de harekete geçirebileceği ihtimali gündeme geldi. Bu sebeple Kudüs Kalesinde büyük çapta bir onarım gerçekleştirildi. Kudüs’teki asayiş ise Osmanlı Devleti’nin Şam ve Sayda valileri arasında takip ettiği denge politikası sayesinde sağlanmaya çalışıldı. Ancak 1825’te Şam Valisi Mustafa Paşa’nın kendisine bağlı bulunan sancaklarda mutat olarak toplanan vergilerin yetersiz olduğunu savunarak vergileri artırması gayrimüslim tebaanın başlattığı bir halk isyanına dönüştü. Kudüs mütesellimini şehirden kovarak kaleyi ele geçiren halk, isyanı yönetmek üzere şehrin ileri gelen ailelerine mensup Cebecibaşı Yusuf Ağa el-Câûnî ile Kale Dizdarı Ahmed Ağa el-Aselî’yi seçtiler. İsyancılar Kudüs’ün emirülhaclık görevini yürüten Şam valileri tarafından idare edilmesinin kendilerine fazladan sorumluluk getirdiğini düşünmekteydiler. Bu yüzden Kudüs’ün Şam Eyaletinden ayrılmasını dolayısıyla emirülhaccın uhdesinden çıkmasını nihai çözüm olarak görüyorlardı. Bu isyanın bastırılma görevi de daha önceden olduğu gibi Sayda valisine verildi. Anlaşmadan yana tavır sergilemeyen isyancılara, Sayda Valisi Abdullah Paşa’nın gönderdiği askerî birlikle müdahale edildi. Bunun üzerine Kudüs ulemasının telkinleriyle isyancılar, Kudüs halkından mutat olunandan fazla vergi alınmaması şartıyla isyanı sonlandırdılar.
1826’da II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasıyla yeni ordu Asakir-i Mansure-i Muhammediye için Şam Eyaleti’nin payına düşen asker sayısı bin iken Kudüs Sancağı’nın payına düşen sayı kırk idi. Kudüs halkının asker vermeye karşı çıkması üzerine buna bedel olarak sancaktan 17.500 guruş alınması emredildi. Fakat bu meblağın da tahsil edilememesi üzerine uzun zamandır Şam Eyaletine bağlı Kudüs, Nablus ve Leccun sancaklarının idari yapısında değişikliğe gidildi. Şam Eyaletine bağlı bu üç sancak, Şam valilerinin aynı zamanda yürüttüğü emirülhaclık vazifesinden dolayı sancakları gereği gibi idare edemediklerinden yıllık mukataat hazinesine 2000 kese ve Hicaz mürettebattı için Şam hazinesine 750 kese akçe ödemek kaydıyla 1830 senesinde Sayda Eyaletine bağlandı. Böylelikle Kudüs sancağının doğrudan merkeze bağlanmak yerine Sayda Eyaletine bağlanması ve eskisi gibi hac işlerinin görülmesi için sancaktan her yıl düzenli ödeme yapılması Kudüs halkının taleplerini boşa çıkarmış oldu. 1865 senesine kadar Sayda Eyaletine bağlı kalan Kudüs Sancağının idaresi 1831-1841 yılları arasında Osmanlı Devleti’nden çıkarak Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya geçti. Vehhabilerin tehlikesini sonlandırmasının akabinde Mora’da çıkan isyanın bastırılması için de Osmanlı Devleti’nin başvurduğu Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, kendisi ve oğlu için talepte bulunduğu tevcihler gerçekleşmeyince isyan ederek bütün yardımlarını geri çekti. 1831 senesi sonunda oğlu İbrahim Paşa komutasındaki 24.000 kişilik ordusunu Şam üzerine gönderdi. Mısır kuvvetleri, ilk hedeferi olan Gazze, Kudüs ve Yafa’yı kan dökmeden ele geçirdiler. Böylelikle Kudüs’te 1831- 1841 yılları arasında sürecek olan Mehmed Ali Paşa dönemi başlamış oldu. Bu dönemde Paşa’nın askerlik ve vergi hususunda izlediği katı siyaset Kudüs’te bir dizi isyanların yaşanmasına neden oldu. Oğlu İbrahim Paşa marifetiyle bu isyanları bastıran Mehmed Ali Paşa’nın Kudüs yönetiminin askerî alanla sınırlı olduğunu ifade etmek gerekir. Zira bu döneme kadar üç asırdır Osmanlı yönetiminde olan Kudüs’te halkın Osmanlı Devleti’nin sağladığı haklar doğrultusunda hayatlarını devam ettirdiği Kudüs Mahkemesine yansıyan davalardan anlaşılmaktadır. Ancak uzun zamandır Kudüs’te siyasi nüfuzunu hissettirmek isteyen Avrupa devletlerinin Mehmed Ali Paşa döneminde bu emellerine ulaştıkla rı söylenebilir. 1838’de Kudüs’te ilk konsolosluğu açan İngiltere’yi Prusya, Fransa, Avusturya ve Rusya takip etti. İngiltere, özellikle Yahudileri koruması altına almaya çalıştığı gibi Kudüs’te bir Protestan nüfusu da oluşturma gayretinde idi. Bunun yanında Fransızlar Katolikler, Ruslar ise Ortodokslar üzerinde etkilerini yoğunlaştırdı. Gayrimüslimlerin Kudüs’teki kutsal mekânlara olan ilgilerinin, ihdas ettikleri kurumların ve ziyaretçi sayılarının her geçen yıl artış göstermesi bunları kontrol altında tutmayı ve daha yakından denetlemeyi gerekli kılmaktaydı. Bu sebeple 1839’da çıkarılan Gülhane Hatt-ı hümayunuyla başlayan Tanzimat dönemi, Kudüs’ün idaresinde de önemli değişikliklerin gerçekleşmesini sağladı. Kudüs, 1841’de tekrar Osmanlı yönetimine geçtiğinde Tanzimat döneminin de etkisiyle şehirde yeni kurumlar ihdas edildi. 1863’te Kudüs Belediyesi açıldı ve sancak yönetimini düzenlemek üzere bir idare meclisi kuruldu. 1865’te telgraf sistemine kavuşması, Yafa ile arasında 1868’de karayolunun açılması Kudüs’ün dış dünya ile ilişkilerinin gelişmesine, ziyaretçi sayısının artmasına ve ekonomik bakımdan gelişmesine önemli katkılar sağladı. 1868’de inşa edilen hükümet konağı hem işlevsel hem de sembolik olarak Kudüs’ün hinterlandı ile birlikte payitaht İstanbul’a daha sıkı bağlandığını göstermekteydi. Böylelikle önceleri Filistin’deki siyasal gücün merkezi, bir liman kenti olan Akka iken bu merkez daha içeride yer alan Kudüs’e kaydırılmış oldu. Öyle ki 1871 Vilayet Nizamnamesinin çıkarılmasının ardından Kudüs, doğrudan merkeze bağlı bir mutasarrıfık haline getirildi. Bu durum, aynı zamanda dinî sahada etkinlikleriyle tanınan Kudüs eşrafının idari sahada da kendilerini göstermesine yol açtı. Kudüs’te idari meclis üyeliklerine, mahkeme heyetlerine, belediye riyasetine ve devlet dairelerindeki çeşitli memurluklara yerleşen Kudüs eşrafı yönetimde daha etkin olarak rol almaktaydı. Devletin kentte organize ettiği kamu hizmetlerinden banka, otel, tiyatro ve belediye parkı gibi yapılar kent yaşamının değiştiğini ortaya koymaktaydı. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kudüs’te yaşanan bu değişimlerin arka planında Osmanlı merkez yönetiminin şehre olan ilgisi yatmaktadır. Bu ilgi özellikle II. Abdülhamid devrinde en üst seviyeye ulaşmıştır. Ancak Kudüs’e bu dönemde sadece Osmanlı padişahlarının değil, aynı zamanda Avrupalı devletlerin de ilgilerinin arttığını söylemek gerekir. Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın on yıllık işgali döneminde Avrupalı devletlerin Kudüs’te konsolosluklar açmasına izin verilmesi, bu devletlerin kutsal şehirde nüfuzlarını artırabilmelerinin önünü açmıştı. Konsoloslukların yetki alanlarını Filistin bölgesinin tamamında hissettirmeleri Osmanlı Devleti’nin bu duruma karşı önlem almasına neden oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru ise Filistin’e gerçekleşen Yahudi göçlerinin etkisiyle bölgede Avrupalı nüfusu artış gösterdi. Yahudileri bu göç için teşvik eden unsur, 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı siyasal düşünce sistemleri içerisinde doğan Siyonizm idi. Siyonizm, Yahudilerin Filistin’de bağımsız bir devlet kurmasını ve Yahudiliğin tüm kurumları ile bu topraklarda dirilmesini amaçlayan evrensel bir hareketti.46 Bu hareketi savunanlar arasında yer alan Doktor Pinsker’in görüşleri doğrultusunda Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde “Siyon Aşıkları” adıyla birçok cemiyet teşekkül etti. Bu cemiyetlerin en önemli faaliyet alanı ise Filistin’de kolonizasyon kurma girişimleriydi. Burada bu amaca hizmet eden iki önemli ismi zikretmek gerekir ki bunlar Theodore Herzl ve Baron Edmond de Rothschild’dir. Siyonizm’e siyasi bir kimlik kazandıran Theodore Herzl, Yahudileri bulundukları topraklardan Filistin’e göçmelerini sağlamaya çalıştı. Aralarında “yahudi düşmanlığı” kavramının yaygınlık kazanmasının onları göç için ikna edebileceğini düşündü. Herzl’e göre bu kavramın Yahudi zihinlerinde meydana getireceği algı, kendilerini içlerinde yaşadıkları halkın yabancısı olarak gösterecek ve böylelikle Filistin’e göçlerini hızlandıracaktı. Yahudilerin Filistin’de bir araya gelmeleri ve bu toprakları yurt edinmeleri ise halifelik unvanını en fazla vurgulayan II. Abdülhamid’in politikalarını aykırıydı. Bu doğrultuda II. Abdülhamid, Filistin’e gerçekleşecek Yahudi göçlerinin kutsal topraklarda Osmanlı hâkimiyetini tehlikeye sokacağından hareketle bu göçlere karşı bir dizi tedbirler aldı. Dört kısımda incelenebilecek bu tedbirlerden ilki; Hariciye Nezareti’nin sorumluluğundaydı. Buna göre nezaret, Siyonizm’in diğer devletler tarafından benimsenmesine engel olmak için yurt dışındaki tüm diplomatik gayretini bu meseleye sarf edecekti. İkinci tedbir olarak Dâhiliye Nezareti, Siyonistlerin Filistin’e girişlerini önlemek için gerekli tedbirleri alacak, bölgedeki valiler ile sürekli iletişimde olacak ve güvenlik güçlerini olumsuz bir duruma karşı daima hazır bulunduracaktı. Üçüncü tedbir olarak Babıali, her türlü önleme rağmen Filistin’e sızan Yahudileri kapitülasyonlardan muaf tutacak ve Avrupalı devletlerin himayesinden yoksun bırakacaktı. Bunun için Babıali, Filistin’e sızan Siyonistleri Osmanlı tebaasına geçirecek ve böylelikle onları denetim altında tutacaktı. Son tedbir ise Defter-i Hakani’nin Yahudi göçmenlerin Filistin’de arazi satın almalarına engel olmaya yönelikti. Özellikli üçüncü ve dördüncü tedbirler sayesinde II. Abdülhamid, yabancı bir devletin himayesini elde edemeyen ve Filistin’de toprak satın alamayan Yahudilerin bu sevdalarından vazgeçerek ülkelerine geri döneceklerini planladı. İstanbul’a gelerek Osmanlı bürokratlarıyla temasa geçen Theodore Herzl ise Filistin’i Yahudi yurduna dönüştürme planını gerçekleştirebilmek için Osmanlı Devleti’ne bazı tekliferde bulundu. Bunlardan biri Ermenilerin II. Abdülhamid hakkında başlattıkları propagandaları sonlandırmak için Avrupa basınında önemli nüfuza sahip Yahudileri seferber edebileceği idi. İkinci teklifni bizzat görüşme imkânı yakaladığı II. Abdülhamid’e yaptı. Bu teklif, Osmanlı Devleti’nin yaşadığı mali bunalımdan kurtulmasına yönelikti. Padişah, teklif sonunda Herzl’den Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi için rapor hazırlamasını istedi. Herzl, yaklaşık bir ay sonra hazırladığı raporu II. Abdülhamid’e sundu. Avrupa borsasındaki bütün Osmanlı borçlanma tahvillerini toplayabileceklerini ayrı bir mektupla II. Abdülhamid’e bildiren Herzl, bunun karşılığında Padişah’ın Yahudilere Filistin’de yerleşme izni ve özerk bir idare kurma hakkı vermesini şart koştu. Fakat II. Abdülhamid bu teklif reddetti. 1902 senesinde ise bu defa Osmanlı Devleti tarafından Theodore Herzl’e bir teklif yapıldı. Osmanlı Devleti’nin borçlarını konsolide etmeleri karşılığında Osmanlı tebaasına geçmek şartıyla Yahudilerin Filistin dışındaki topraklara yerleşmelerine izin verilecekti. Ancak bu defa Theodore Herzl hiç değilse Hayfa dâhil olmak üzere Akka bölgesinde yerleşime izin verilmesi hususunda ısrarcı davranınca yine anlaşma sağlanamadı. Theodore Herzl’in aksine Baron Edmond de Rothschild ise Filistin’de Yahudi bir devletin kurulmasının en önemli basamağı olan göçlerin sessizce yürütülmesi taraftarıydı. Bu doğrultuda Osmanlı Devleti’nin aldığı tedbirlere rağmen o, Filistin’de gizlice faaliyetler yürüttü. Filistin’de satın aldığı topraklarda bazı koloniler kurdu. Sadarete Kudüs mutasarrıfı başta olmak üzere bölgedeki yöneticilerden gelen raporlar Yahudilerin bu faaliyetlerinden ayrıntılı olarak bahsediyordu. Bu doğrultuda Kudüs Mutasarrıfığında müstahdem kaymakam mülazımlarından Boyacıyan Mihran’ın 27 Eylül 1891 tarihinde kaleme aldığı mektubu önemli bilgiler içermektedir. Mihran bu mektupta; Rothschild başta olmak üzere bazı Yahudi cemiyetlerinin Hayfa ile Gazze arasında satın aldıkları arazilerde koloniler kurduklarına, ziraat işlerini profesyonel olarak yürütmekte ve bunun yanında sanat ve ticarette de mahir insanlar yetiştirdiklerine, bu durumun zamanla onları Kudüs ve havalisinde söz sahibi yaptığına, şayet böyle devam ederse Kudüs’te bulunan Müslüman ve gayrimüslimlerin topraklarını satarak kutsal beldeyi Yahudilere teslim edebileceklerine ve en önemlisi de İsrail Devleti’nin savaşla değil, toprak satın alma yoluyla kurulacağına dikkat çekmektedir.
Bundan bir sene sonra Sadarete gelen başka bir rapor ise, Rusya’dan gelerek Hayfa’ya yerleşen Yahudilerin burada Rothschild ile diğer bir Yahudi’ye ait köylere yerleştiğini ve sayılarının 1400’e ulaştığını bildirmekteydi. Sadaret 6 Eylül 1893 tarihinde bu bilgiyi Yıldız Sarayı’na iletti ve bunun üzerine II. Abdülhamid’in şu iradesi sadır oldu:
“Havâlî-i mezkûrede Yahudilerin iskân ettirilmemesi hakkında mükerreren irâdât-ı seniyye-i mülûkâne ısdâr buyrulduğu hâlde Hayfa’da Musevi karyeleri teşekkülüne meydân verilmesi esbâbının tahkîk ve bu yoldaki mehâzîrin cidden önü alınacak sûrette lâzım gelen tedâbîrin Meclis-i Vükelâ’da müzâkeresiyle bâ-mazbata arzı hakkında şeref-müteallık buyrulan emr ü fermân-ı hümâyûn-ı mülûkâne cevâben Sadarete teblîğ olunmuştur.”
Yahudilerin Filistin topraklarında yerleşmelerine izin verilmemesi hususunda sadır olan fermanlara rağmen Edmond de Rothschild’in Filistin’deki temsilcileri sayesinde arazi alımları devam etmekteydi. İslâm ve Osmanlı hukukuna hâkim olan bu temsilciler; fyat pazarlığı, sorunlu tapu senetleri, istimlak ve çiftçilerin vergilendirilmesi gibi hususlarda yerel yönetimle sürekli irtibat halindeydi. Bu ilişkileri sayesinde Hayfa’dan Yafa’ya doğru uzanan hat boyunca birçok araziyi satın alan Edmond de Rothschild, buralarda kurduğu kolonilere yönetici, ziraatçı, hekim, öğretmen ve mühendis gönderdi. Böylelikle Rothschild Filistin’de kalıcı bir Yahudi yerleşiminin ilk temellerini attı. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin işgaliyle birlikte ise Kudüs ve Filistin’de dört asırlık Osmanlı yönetimi de son buldu.