Kudüs Tarihi

Yahudi Geleneğinde Kudüs

İnsanlığın kayda geçen tarihinin hareketli ilk bölgesi bugünkü Ortadoğu’dur. Bugün dahi bu özelliğini koruyan coğrafya, insanlığın ilk hayat tecrübelerine ev sahipliği yaptığı gibi, medeniyetlere de kesintisiz şekilde beşiklik etmiştir. Bölgenin merkez oluşundaki en büyük etken ise Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi üç semitik/ semavî dinin bu coğrafyada doğması, kutsal kabul ettiği mekânların bu coğrafyada bulunmasıdır. Kudüs, işte tam bu sebeple tarihin ilk çağlarından itibaren dünyanın tartışmasız en önemli şehri olmuştur. Tarihinde kırktan fazla el değiştiren bu kutlu şehir, serüvenini farklı milletlerin literatüründen takip edebileceğimiz yegâne şehirdir aynı zamanda. İsrailoğulları’nın dinî ve siyasî kimliği bu şehirle şekillenmiş; Hristiyanlığın peygamberi Hz. İsa (as) elçilik görevini bu şehirde icra etmiş; İslâmiyet’te ise Müslümanların ilk kıblesi bu şehir olmuştur. Müslümanların iman ettiği pek çok peygamberin bu şehirde yaşaması bir yana, bu peygamberlerin tevhit mirasını devralan Hz. Muhammed’in (as) tebliğinin evrenselleşmesini sağlayan Miraç mucizesine ev sahipliğini yine bu şehir yapmıştır. İşte bu sebepten dolayı Kudüs, şehirden öte, insanlık serüvenine tanıklık eden canlı bir tarihtir. Köklü tarihi, arkeolojik bulgular ışığında M.Ö. III. milenyuma kadar uzanan Kudüs çevresinde bu çağda yarı göçebe küçük şehir devletleri bulunmaktaydı. Dönemsel ve bölgesel şartlar çerçevesinde sınırlı menfaatleri ve ortak çıkarları gereği ittifaklar kuran bu devletçikler, varlıklarını çoğu zaman siyasî, askerî ve stratejik açıdan Filistin’e hâkim olmak isteyen dönemin güçlü devletlerine bağlı olarak sürdürüyorlardı. Dönemin küçük bir yerleşim birimi olan Kudüs’ün Kenʿanlılar tarafından kurulduğu ya da ilk sâkinlerinin Sami Kenʿanlılar olduğu kabul edilir (M.Ö. 3000-2200’ler). Bu çağda çevre milletlere kıyasla yüksek bir kültür seviyesi yakalamış olan Kenʿanlılar, demirden imâl edilen silahları ilk kullanan, savaş sanatını da iyi bilen bir milletti.

M.Ö. 2200’lerde şehirde yine Sami kökenli olan Emoriler bulunmaktaydı. Kudüs’te ilk iskânın Hz. İbrahim’in (as) de yaşadığı erken tunç çağında, şehrin en önemli su kaynağı olan Gihon pınarı yakınlarında başladığı kabul edilmektedir. Yahudilerin Kudüs’le tarihsel ilişkilerini de işte bu süreçte, Hz. İbrahim’le başlatmak mümkündür. Eski Ahid’te yer alan bilgilere göre, bölge kralları kendi aralarında yaptıkları bir savaş sırasında Hz. Lût’u esir alıp götürmüşlerdi. Hz. İbrahim, yeğeni Lût’u kurtardıktan sonra dönüşünde Şalem kıralı Malki-tsedek tarafından ağırlanmıştı. Sonraki dönem Yahudi literatüründe “Tsedek”in, dürüstlük ve erdemin (tsedek) sembolü olan Beytü’l-Makdis’in (Bet ha-Mikdaş), yani ileride inşâ edilecek Kudüs’ün (Yeruşalayim) bir ismi olduğu kabul edilmektedir. Bundan hareketle de “Malki-tsedek”in “Erdem (li şehir)in Kralı” anlamına geldiği düşünülerek Yahudi geleneğinde kralın yaşadığı “Şalem” şehri, “Yeruşalem”- le (ya da Yeruşalayim’le), yani Kudüs’le özdeşleştirilmektedir. Orta Çağ’da yazılmış Tevrat tefsirlerinde de “Şalem” hep “Kudüs” (Yeruşalayim) olarak tercüme/tefsir edilmiştir. Ancak Yahudi gelenekte Hz İbrahim’i Kudüs’le bu şekilde irtibatlandırma çabasına rağmen, onun (as) şehirle irtibatı arkeolojik bulgular tarafından desteklenmiş değildir. Benzer şekilde Hz. İbrahim’e Nil’den Fırat’a kadar vaat edilen geniş coğrafya içerisinde, sonraki dönem Yahudi literatüründe kazandığı kutsiyete tezat şekilde, Kudüs’ten hiç bahsedilmemektedir. Bu sükut İshâk, Ya‘kûb ve Mûsâ için yapılan vaatler için de geçerlidir. Hz. İbrahim’den sonra nesline yapılan toprak vaadinde de -benzer şekilde- Kudüs hiç zikredilmemektedir. Zaten bu Atalar, Tanrı tarafından vaat edilen topraklara, dolayısıyla da Kudüs’e girememişlerdi. İsrailoğulları vaat edilen topraklara Hz. Musa’dan sonra, onun halef Yehoşu’a zamanında girebilmişlerdi. Çoğu zaman savaş, kısmen de barış yoluyla bölgeye hakim olan Yehoşu’a döneminde Yeruşalayim kralı Adoni-Tsedek öldürülmesine rağmen, şehrin sakinleri sağ bırakılmış; şehirden sürülmemişlerdi. Bu durum, Yehoşu’a’nın da, önceki Atalar gibi Kudüs’ü önemli ve ayrıcalıklı bir şehir olarak görmediğini göstermektedir. Üstelik İsrailoğulları şehirde kalıcı da olmamışlardır. Özetle Kudüs Hz. Musa’dan önce, onun zamanında ve ondan sonraki iki asır boyunca İsrailoğulları için önemli ya da kutsal bir merkez olarak kabul edilmiyordu.

Kutsallaşmaya Giden Süreç

Kudüs’ün Yahudiler için önemi Hz. Davud’la başlar. Mücadeleci ve karizmatik bir kişiliğe sahip olan Hz. Davud, İsrailoğulları arasında sıradan bir çobanken, Peygamber Şmuel’in (Samuel) de desteğiyle İsrail kabilelerini toparlayan bir lider olmuş; bunlar arasında siyasî birlik sağlamıştı. Bölgedeki diğer milletlere karşı aktif ve başarılı bir siyaset takip eden Davud, bu başarılarını Kudüs’ü fethederek taçlandırmıştı. Eski Ahid’te Hz. Davud dönemine gelinceye kadar Kudüs’e herhangi bir önem ya da kutsiyetin atfedilmediği belirtilmelidir. Kraliyet sarayının yanına kohenler ve Ahid Sandığı (Aron ha-Berit; Arapça kaynaklarda Tâbût’ülAhd) için çadırlar inşâ ettiren Davud, İsrailoğulları’nın kutsal kabul ettiği bu sandığı el-Halîl’den (Hevron) Kudüs’e getirterek, şehirde Tanrı için bir mabet yaptırmak istemişse de, kendisine Mabed inşâsının onun tarafından değil, neslinden gelecek kral tarafından gerçekleştirileceği bildirilmişti. Böylece Kudüs, Davud’la birlikte İsrail tarihi açısından önem kazanmaya başlamıştır. Ancak Davud’un Kudüs’ü siyasî bir merkez olarak seçmesi, şehrin sonraki dönemlerde kazandığı dinî öneminden değil, İsrail kabileleri arasında dengeyi sağlamak amacıyla stratejik bir siyasî gayeye matuftu.

Babası Hz. Davud’a nazaran daha farklı bir mizaca sahip olan Hz. Süleyman, güç ve istikrar bakımından kusursuz olarak devraldığı devlette siyasî ve iktisadî girişimleriyle Kudüs’ü cazibe merkezi haline getirmişti. O, şehirde babasının yapmayı planladığı Mabed’i de inşâ ettirmişti. Eski Ahid’de inşâsı en ince ayrıntısına kadar anlatılan Mabed, şehrin en yüksek noktasında, Hz. Davud’un kurbanlarını sunduğu mezbahın yerinde, bugün Yahudilerin “Mabed Tepesi” (Har haBayt), Müslümanların ise “Harem-i Şerif” olarak isimlendirdiği alanda inşâ edilmişti. Mabed’in inşâsıyla birlikte Kudüs İsrailoğulları’nın kıblesi olmaya; dolayısıyla dinî bir merkeze dönüşmeye başlamıştır. Bu dönüşümü Hz. Süleyman’ın, babasının Kudüs’ü siyasî merkez yapma politikasına dinî bir boyut kazandırarak farklı bir siyasî açılımı olarak değerlendirmek de mümkündür. Hz. Süleyman’ın vefatından hemen sonra devlet ikiye bölünmüş; kuzeydeki 10 kabile Yeroboʿam öncülüğünde Şekem (bugünkü Nablus) merkezli İsrail krallığını kurmuştu. Güneydeki 2 kabile (Yahuda ve Binyamin) ise Süleyman’ın oğlu Rehoboʿam önderliğinde, merkezi Kudüs olan Yahuda krallığını devam ettirmiştir. Bu iki krallık arasında ilişkiler genelde mücadele şeklinde gelişmiştir. Kuzey İsrail krallığı Kudüs’teki Mabed’e alternatif olarak Bet-El ve Dan’da içlerinde altı buzağılar bulunan mabetler inşâ etmişti. Bu süreçte bama adı verilen bu mabetlerde ibadeti tercih eden İsrailoğulları’nın Kudüs’ü ayrıcalıklı bir ibadet merkezi kabul etmediği belirtilmelidir. Çünkü farklı şehirlerde yapılan bu bamalara İsrailoğulları’ndan hiçbir tepki gelmemişti. Üstelik bu süreçte yapılan savaşlarda Mabed de dahil Kudüs zaman zaman Kuzeyli kabileler tarafından yağmalanmıştı. Öte yandan bu yağmalar Kudüs’ün bu dönemlerde Yahudilerin çok az bir kısmı tarafından kutsanıp önemsendiği anlamına da gelmektedir. Yahuda kralları Hizkiya (M.Ö. 727-697) ve Yoşiyahu (M.Ö. 640-609) zamanında ibadetin merkezîleştirilmesi adına Kudüs’teki mabedin alternatif olarak düşünülen bamalar (yerel mabetler) ortadan kaldırılmışsa da, çok da başarılı olunamamıştır. Birçok hükümdar ve sülale değiştiren kuzeydeki İsrail Krallığı Asurlular tarafından yıkılmış; Yahudiler istilâdan sonra Asur topraklarının çeşitli yerlerine sürgün edilmişlerdi (M.Ö. 722). Kuzey İsrail Krallığı’nın yıkılmasından sonra Asur İmparatorluğu’na bağlı yarı bağımsız bir krallık haline gelen güney Yahuda Krallığı ise yaklaşık iki asır sonra Bâbil İmparatoru Buhtunnasr (Nevuhadnetsar) tarafından yıkılmış, Mabed yerle bir edilmiş; pek çok Yahudi ise ya öldürülmüş ya da sürgüne gönderilmişti (M.Ö. 586).

Sürgün Psikolojisiyle Uydurulan Kutsallık

Babil sürgünü Yahudi tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Kudüs açısından ise sürgün, şehrin kutsiyeti için bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten itibaren şehir Yahudilerin zihninde adım adım kutsal bir kente dönüşecek; kutsiyeti tam anlamıyla amentü haline gelecektir. O sürece kadar İsrailoğulları’nın başkenti olan, bölgesel kültürler nedeniyle zaman zaman putperestlik çirkefne bulaştırılan Kudüs, sürgünden sonra hem Filistin hem de diyaspora Yahudileri için giderek manevî bir merkez olarak öne çıkmaya başlayacaktır.

 Sürgünle artık anayurdu da temsil eden bir kimlik kazanacak olan Kudüs, Yahudilerin gece-gündüz büyük bir özlem ve hasretle kavuşacakları tutkuya dönüşecektir. Sürgünden sonra II. Mabet döneminde yerleşmeye başlayan kutsallık algısı, Mabed’in Romalılar tarafından yıkılmasıyla birlikte Yahudi bilincinde kalıcı hale gelecektir. Mabed’in ikinci kez yıkılmasından sonra ise Tanaim (M.S. I-II. yy) döneminden itibaren Kudüs Yahudi din adamlarının söylemlerinde özel bir ihtimama sahip olmaya başlamış; Bar Kohba isyanından sonra (M.S. 132) Yahudilerin Kudüs ve çevresinde yaşamalarının yasaklanmasının ardından bölgede ikamet etmenin faziletlerine dair literatür üretilmiştir.

Özetle Yahudiler sürgünden itibaren inançtan ibadete, hukuktan siyasete, sanattan edebiyata, hayatın hemen her alanında Kudüs’ü geriye dönük uydurdukları mitoloji ve menkıbelerle ütopik bir kente dönüştürmüşlerdir. Aslında bu özlemin kentten ziyade Hz. Davud ve Süleyman dönemlerindeki ihtişama olan bir özlem olduğunu da belirtmek gerekir. Mabedin ikinci kez yıkılmasından sonra bu özlem daha da keskinleştiği için Kudüs’ün kutsallığı ve ihtişamı, krallığa yönelik özlemi ifade eder olmuştur. Bütün bu özlem ve söylemler Yahudilerin zihninde Kudüs’ün önemini her geçen asır daha da güçlendirmiş; asırlar sonra Siyonistler Yahudilerdeki bu özlemi istismar ederek dünyanın değişik bölgelerindeki dindaşlarını bu ideolojide birleştirmeyi başarmışlardır. “Siyon” kelimesinin Kudüs’ün isimlerinden biri olduğu düşünüldüğünde, “Siyonizm”i “Kudüsçülük” olarak değerlendirmek rahatlıkla mümkündür. Kudüs Eski Ahid’te en çok Yeruşal(ay)im (יְשורָׁלַםי (adıyla anılır. Yazarları Eski Ahid’i kaleme alırken şehrin adını daha çok Yeruşalem ve Yeruşalayim şeklinde de kaydetmişlerdir. İki kısımdan oluşan Yeru-şalayim/şalem’in birinci kısmını “korkmak”, yar; “görmek”, ra’e; “sahip olmak/varis olmak”, yaraş; “görmek”, yir’e” kökeniyle değerlendirenler olsa da, “kurmak, tesis etmek” anlamına gelen “yarah”ın kelimenin kökeni olduğuna dair ilim aleminde genel bir kabul vardır. Kelimenin ikinci kısmını oluşturan “şalayim/şalem”in ise, şalem ya da salim olduğu; bunun da Batı Samilerinin bir tanrısı olan Şulmanu/Şalim’in adı; dolayısıyla da “Yeruşalayim/Yeruşalem”in, “Şalem’in/Salim’in şehri” anlamına geldiği ifade edilmektedir. Bu adlandırmanın o dönemde kurulan şehirlere isim verme geleneğine uygun bir adlandırma olduğu belirtilir. Tell-Amarna mektuplarında şehre “Bet-Şalem” (Şalem’in Evi) şeklinde işaret edilmesi de, ismin “Şalem”le ilişkili olduğunu göstermektedir. Hem bu mektuplarda, hem Josephus’un Yahudilerin Savaşları (Jewish Wars) adlı kitabında hem de Onkelos’un Aramice Tevrat çevirisinde (Targum Onkelos) “Salem” kelimesi “barış” olarak çevrilmiştir. Netice olarak “Yeruşalayim”in “barış şehri” anlamına geldiği kabul edilmektedir. Orta Çağ’da Yahudi kutsal metinlerini Arapçaya tercüme eden ilk Yahudi alim Saîd b. Yûsuf el-Feyyûmî [Sa’adya Gaon (882-942)], Eski Ahid çevirisinde “Yeruşalayim”i “Esenlik yurdu, selâmet şehri” anlamında “Dârü’s-Selâm” (İşaya 44/28, 51/17) ve “Medînetü’s-Selâm” (İşaya 40/2) şeklinde çevirmiştir. Şehir, Eski Ahid’in değişik kitaplarında bu yaygın ismi yanında Yevus Siyon/Tsiyon); 19/10 Hakimler/סו֔בְי) Samuel .II/דִֽוָּד ריִ֥ע) şehri Davud ,)ןוּ֑יִצ) /לֵ֣איִרֲא) Ariel ,)7 1/5, Tarihler .I; 9 5/7, /םיִ֑הֹלֱא ריִע) şehri Tanrı ,)11/18 hemyaNe/שֶדֹּ֔קַה ריִ֣ע) şehir mukaddes); l3/ lerTarih .II/הָּ֔יִרוּ֣מַה) Moriya); 29/1 Yeşaya Mezmurlar 46/4); orduların (Rabbi) barış ,şehri inananlar); 48/8 murlarMez/וניֵ֑הֹלֱא תואָבְ֭צ הָ֣והְי ריִע) şehri Tanrının הָ֖יְרִק קֶדֶּ֔צַה ריִ֣ע) şehri doğruluk ve şehri yurdu adalet da ya) 1/26 Yeşaya/הָֽנָמֱאֶנ ya isim gibi) 31/23 Yeremya/קֶדֶ֖צ הֵוְנ) da sıfatlarla da zikredilmiştir. Şehrin Arapça adı olan “Kudüs”ün (el-Kuds) Nehemya kitabındaki (11/18) “İr ha-Kodeş” (עִ֣רי הַקֹּ֔דֶש (kelimesinden geldiği kabul edilmektedir. Yukarıda da ifade edildiği üzere, Ortaçağ’a ait Tevrat tefsirlerinde “Şalem” hep “Kudüs” (Yeruşalayim) olarak tercüme/tefsir edilmiştir. Yahudi geleneğinde Tanrı’nın ve Tevrat’ın 70 ismi olduğu gibi Kudüs’ün de 70 farklı ismi olduğu kabul edilmektedir.

Özlemle Gelen Efsaneleşme

Midraşik literatürde sürgünün getirdiği özlemden olsa gerek Kudüs’ün âlemin yaratılışından çok önce var olduğu iddia edilmiştir. İddiaya göre Hz. Âdem, Kudüs’te mezbahın bulunduğu alandaki topraktan yaratılmıştır. Bu sebeple Kudüs’ün kutsallığı sonradan değil, daha yaratılıştandır. Sadece (küçük âlem olan) insan değil, (büyük olan) bütün âlem Siyon’dan yaratılmıştır. Öte yandan Filistin dünyanın merkezi, Kudüs ve Mabed de buranın merkezi, dolayısıyla Kudüs, dünyanın tam göbeğinde bulunmaktadır. Kudüs, yeryüzünde Tanrı’nın şehinasının (sekînet) ikametgâhı olan semavî mabedin izdüşümünde konumlanmıştır. Kudüs’ün hem gökte hem yeryüzünde var olduğunu ifade eden din adamları, yeryüzü mabedi yıkılmasına rağmen semavî mabedin varlığını hâlâ devam ettirdiğine söylemişlerdir. Bu şehinadan olmalıdır ki, insanların Kudüs’te can emniyetleri vardır. Kudüs, yaşam açısından insanlar için bir hayat sigortasıdır. Şehirde çıkan yangınlar hiçbir yeri yakmamakta, deprem ise meydana gelmemekte, gelirse de hiçbir bina zarar görmemektedir. Kudüs mükemmelliğin zirvesidir. Güzelliğin sembolü, şehirlerin prensesidir. Tanrı dünyayı yaratırken güzelliği on parçaya bölmüş, bunun dokuzunu Kudüs’ün payı olarak ayırmıştır. Kudüs’ü görmeyen, ömrü hayatında güzel bir şehir görmemiştir. Kudüs gibi, Kudüslüler de güzel ve bilge insanlardır. Kudüs’te yaşayanlar günde iki kez afa mazhar olacaklardır.

Tanrı bu şehri kendisi için seçtiğinden dolayı ebedîlik ve bereket bu şehirde olacaktır. Sandığı, Kudüs’teki Mabed’te olduğu için, Tanrı ile iletişimin merkezi de doğrudan Kudüs’tür. Kudüs, Yahudilerin ibadetlerinde topluca yöneldikleri kıbledir. Mabedin ayakta olduğu dönemlerde, erkek Yahudilerin senede üç bayramda (Fısıh/ Pesah, Haftalar/Şavuot ve Çardaklar/ Sukot) ziyaret için gittikleri ve kurbanlarını takdim ettikleri hac mekânıdır. Yahudi geleneğinde Kudüs’ü belleklerde canlı tutmak için, oruçlar da genelde Kudüs’le bağlantılı olarak ihdas edilmiştir. Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü kuşatmasının anısına tutulan Tevet 10 Orucu (Asara be-Tevet) ile Tamuz 17 Orucu (Şiv’a asar be-Tamuz); Mabed’in yıkılması anısına tutulan Av 9 Orucu (Tiş’a be-Av) ve yıkımdan sonra Mabed’in ateşinin söndüğü günün anısına tutulan Av 15 orucu hep Kudüs’le bağlantılı olarak ihdas edilmiştir. Belleklerdeki canlılık bir çeşit inanca dönüştürülerek Fısıh (Pesah) ve Kefâret günü (Yom Kipur) gibi özel günlerde okunan “Gele cek Sene Kudüs’te” (le-Şana ha-Baa bi-Yeruşalayim/הנשל האבה םילשוריב‎) ezgisi ile perçinlenmeye çalışılmıştır Bu perçinleme günlük dualara da yansımıştır. Meselâ ‘Amida (namazda kıyam) duasının 14. kısmı tamamen Kudüs’e ayrılmıştır. Bu kısım “Günümüzde yeniden kurulsun Kudüs, merhamet şehri…” sözleriyle başlamakta ve “Senalar olsun Sana, ey Tanrı, Kudüs’ün kurucusu” sözleriyle bitmektedir. Kudüs algısı, bu şekilde günlük dualarda da sürekli canlı tutulmaya başlamıştır. Benzer şekilde düğünlerde yedi bölümden oluşan (şiv’a berahot) damat kutsama (Birkat hatanim) duasında Kudüs’ün yeniden inşâsı için bir dua (sos tasis) ilave edilirken, Orta Çağ’da Yahudi din adamlarının fetvaları da hep “…Rab, Yahudilere Mabed’i bir an önce inşâ etmeyi nasip etsin, âmen” şeklinde Kudüs’e dua ile bitirilerek cemaatlerin Kudüs umudu biteviye tazelenmiştir. Kudüs’e dua ile bitirilerek cemaatlerin Kudüs umudu biteviye tazelenmiştir. Kudüs Yahudi eskatolojisinde de önemli bir yer tutmuştur. Mesih geldiğinde dağılmış sürgün Yahudileri bir arada toplayacağı şehir, Kudüs’tür. Bu sebeple Kudüs, gelecekte yeniden inşâ edilecek; halklar da Kudüs’te toplanacaktır. Bu yeniden inşânın ardından Tanrı Siyon’da ikâmet edecek, Kudüs artık sonsuza dek Tanrı’nın yeniden makamı haline gelecektir. Bu sebeple Tanrı Kudüs’ün hem inşâ edicisi (Bone Yeruşalayim) hem de sâkinidir (Şohen Yeruşalayim).  Yine Yahudi kabule göre Kıyamet koptuktan sonra ölümden diriliş (ba’sü ba’delmevt), mahşer ve hesap yeri de Kudüs olacaktır. Bu sebeple Kudüs, cennet ya da cehennemin kapısı mesabesindedir. Ahirete taalluk eden hususlarda, hesabın kolay geçmesi için Kudüs’te ölmek ve buraya defnedilmek önemlidir. İnsanın öte dünyada kurtuluşu için mühim bir yerdir.

Kaynak
İlim Yayma Vakfı

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu